Dünya değiştikçe, -din anlayış ve algısı da- değişiyor. Yeni eğilim ve alışkanlıklar, yeni yorumları zorunlu kılıyor. Buna ayak uyduramayanlar ya dine ya yaşadıkları hayata yabancılaşıyor. Eski/yeni, dün/bugün çatışması veya gerilimi biraz da bu dönüşüme ayak uyduramamanın sonucu.
Hasan Onat'ın Endülüs Yayınları arasında çıkan, “Türkiye’de Din Anlayışında Değişim Süreci" isimli çalışması, işte böyle bir ihtiyacın zorlamasının eseri. Onat, kitabına, Türk toplumundaki akıl tutulmasına işaret ederek başlıyor. Ona göre , Gelenek dinle özdeşleştirildiği için bizzat din problem olmaya başlamış, gelenekle dinin karıştırılması gibi bir durum ortaya çıkmıştır.(s.26)
Bu sadece Türk toplumuna mahsus bir hastalık değil; aslında tüm İslam topluluklarının ortak bir yanılgısı. Dini, ilahi ve nebevi metinler üzerinden okumak yerine, yorumlar ve uygulamalar üzerinden okumak, o yorum ve anlayışların dinin yerini almasına neden olmuştur. İslam dünyasında baskın olan, -belli dönemlerin anlayış ve ihtiyaçlarını- yansıtan bu yorumların din diye telakki edilmesi ve bütün zaman ve mekâna teşmil edileceğinin sanılmasıdır.
Yazar bu savrulmayı akıl ve imanın alternatif kavramlar olarak algılanmasına bağlar. Oysa Kuran, sadece imana çağırmakla kalmaz akla da çağırır ve " Allah'ın azabının aklı kullanmayanlara olduğunu(Yunus/100) söyler. Aşırı sevme, korkma, yüceltme gibi duygular aklı devre dışı bırakmanın yollarından bazılarıdır. Onat, aşırı sevgi ile korkunun putlaştırma ve dinçleştirmeye kapı araladığını şu sözlerle ifade eder: İnsan tanrılaştırdığı her şeyi, anlama menzilinin dışına çıkarmış olur, tanrılaştırmakla yok etmek arasında bir bağlantı vardır.(s.35) Putlaştırma, putlaştırılanı -kendisi olmaktan- çıkararak, başka bir hüviyete büründürmek olduğuna göre, artık gerçeğin yerini, zan ve vehimler almış demektir.
Din alanı, insanın en zor kalem oynatacağı alandır. Çünkü Allah'ın murat etmediği bir şeyi söyleyerek her zaman çerçeve dışına çıkma ihtimali vardır. Onun için Onat, dinden çıkma korkusunun dindar araştırıcının elini kolunu bağladığını (s.36) belirtir. Din hakkında yazmak mayınlarla dolu bir arazide yürümek gibidir. Bu korkunun yarattığı çekingenlik ve doğru bilgi sahibi olmamak, radikal eğilimlere ve bazı davranış bozukluklarının hammaddesi olur.(s37)
Din alanındaki sorunlar birdenbire ortaya çıkmış değildir. Devralınan tarihi mirasla bir hesaplaşma yapılamamış, dün bugüne taşınarak, dindar insanlarımız geleneğin esiri haline getirilmişlerdir. Demokrasinin -dine zarar vereceğinden- korkulmasının-nedeni budur. Daha kaldırılan hilafetin dinin özüyle ilgisi olmadığı bile insanımıza layıkıyla anlatılamamıştır.(s.47) Yazar, demokrasi ile İslam arasında bir karşıtlık bulmamaktadır ki, bu doğru bir tespit ve onu diğer bazı meslektaşlarından ayıran önemli bir farktır.
Geçmiş elbette ne reddedilecek ne de taklit edilecektir. Yapılması gereken ,geçmişi eleştiriye tabi tutarak geleceğe taşımaktır. Geçmişi eleştiriye tabi tutmadan geleceğe taşımak isteyen insan da geçmişine düşman olan insan da geçmişin ağırlığı altında ezilmeye mahkumdur. Bu durum bir tür fanatizm doğurur. Fanatizm ve yobazlığın sağ veya sol eğilimli kimselerdeki niteliği arasında çok ciddi fark yoktur.(s.50)
Dinin doğru anlaşılmaması ve uygulanmaması en büyük zararı İslam'a verir. Çünkü bu, dinin bütününe yönelik olumsuz tavırlara neden olmakla kalmaz, dindar insanların dinden çıkma veya günah korkusuyla istismarına, dinin kaynaştırıcı özelliğinin kaybolmasına,(s.58) ve onun siyasallaştırılarak bir çıkar aracı haline getirilmesine sebep olur. İslami düzen, İslam Devleti, İslam ekonomisi gibi kavramlar bu dini bilgi boşluğunun bir neticesidir. Oysa devleti yönetenlerin Müslüman olması bile, insanlar özgürce ve insanca yaşamadığı sürece hiçbir anlam ifade etmez, İslam devleti kavramıyla kastedilen, İslam’ın hedef aldığı adaletin hâkim olduğu bir devletse, bunun bir anlamı olabilir. Bunun dışında İslam Devleti ifadesi, İslam açısından anlamı olmayan ideolojik bir ifade olmaktan öteye gidemez.(s.59)
Yanlış ve eksik dini bilginin sonuçlarından biri deher sorunun din sayesinde ve dindarlıkla çözülebileceği yönünde bir yanılgıya sebep olmasıdır. Oysa İslam siyaset gibi bazı meseleleri insanlara, toplumlara bırakmıştır. Âmâ bu, dinle siyaset arasında hiçbir ilginin bulunmadığı anlamına gelmemektedir. İslam, birey ve toplum olarak insanın olduğu her yerde etkin bir dindir. Bu etki daha çok ana ilkeler çerçevesinde gerçekleşmektedir. Aksi takdirde, ontolojik anlamda hayatın bütününü din olarak algılamak gerekir ki, bu hem insan gerçeği ile hem de İslam'la bağdaşmaz.(s.60) İslam'da esas olan toplumda adaletin sağlanması, her işin ehline verilmesi(Nisa 58), hiçbir şeyin körü körüne desteklenmemesi(İsra 36) ve sıfatı ne olursa olsun işlerin tek bir kişinin tekeline bırakılmamasıdır. Çünkü Kuran Hz. Peygamber’in bile işleri diğer insanlarla danışarak yürütmesini emretmiştir.(Şuara 36-38)
Kitapta, İslamcılar, Milliyetçiler ve Batıcıların din anlayışları da ayrı ayrı ele alınarak inceleniyor. Yazara göre, İslamcılık, dinin bir tür ideolojiye indirgenmesi ile ortaya çıkan siyasi ve ideolojik akımdır. Siyasidir, çünkü devletin kurtuluşuna yönelik arayışlar bu harekete damga vurmuştur. İdeolojiktir, çünkü din, geleneksel anlaşılma biçimlerinin ötesinde, batıdan esen rasyonellik, hürriyet, eşitlik gibi daha önceleri Müslümanların gündeminde pek yer etmemiş kavramlar çerçevesinde ve savunmacı bir anlayışla müesseseler ihdas edecek -bir fikir ve inanç sistemi- olarak ele alınmıştır.(s.92)İslamcılara göre gerilemenin ve devleti çöküş sürecine götüren sebeplerin başında, İslam'ın iyi anlaşılmaması ve Müslümanların iyi Müslüman olamamaları yatmaktadır. Sorunların çözümü için, İslam'ı peygamber dönemindeki saflığı ile anlamak ve yaşamak gerekliydi.(s91) bu, siyasal İslamcıların, dindar olmakla, kalkınmanın farklı şeyler olduğunu ve farklı şeyler istediğini anlayamamanın ve bugün hala devam eden yanlışlarından biridir.
Milliyetçilerin görüşleri ise Ziya Gökalp'in fikirleri etrafında şekillenmiştir. Milliyetçilerin ana hedefi de Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu olmasına rağmen Türklükle İslamlığı hiçbir zaman birbirinin alternatifi olarak görmemişler, akılcı bir yaklaşımla İslam'la fıkhın birbirinden ayrılması gerektiğini, daha açık bir ifadeyle din ile siyasetin birbirinden ayrılması gerektiğini savunmuşlardır.(s104)
Mezhepler, tarikatlar ve küreselleşme karşısında İslam gibi konuların da işlendiği çalışmada, sadece hastalığa teşhis konulmakla kalınmamış, çözüm yolları da gösterilmiştir. Din konusunda, dinle gelenek arasında kalmış olanların rahatlıkla başvurabilecekleri ve sorularına cevap alabilecekleri bir kitap. Yazarın şu tespiti dinle ilgisi olsun olmasın herkese bir mesaj gibidir: Türkiye İslam'ın yardımıyla, İslam ile birlikte çağdaşlaşmayı başarmak zorundadır. Bunun için bazı kesimlerin-dini devletleştirme- ya da -İslam Devleti- yanılgısından, diğer bazı kesimlerin de -İslam'ı dışlayarak çağdaşlaşma-gibi insan fıtratı ve Türkiye'nin gerçekleri ile hiç bağdaşmayan dayatmalardan vazgeçmesi gerekmektedir. Türkiye’nin kaybedecek vakti yoktur.(s79)