Dün, Soma Fâciası’nın 4. yılıydı. 4 yıl evvel kaleme aldığım yazımı, izninzle paylaşmakistiyorum.
"Suçlu kim?"
En doğru cevâbı, Emile Zola vermiş, Germinal romanında. Herkes suçlu. Herkesi suçluyor ve geleceğe dâir umûdu yeşertiyor. Germinalin ürün, bereket gibi anlamları var. İnsan, bu romanı okuyunca, "Bu romansa bizimkiler ne?" diye sormadan edemiyor.
Soma'daki mâden fâciasını, peşin hükümlerinden arınarak, herkese dokunacak, herkesi silkeleyecek şekilde yazabilecek bir babayiğit romancımız var mı Zola gibi? Nerdeeeee? Herkesin küçük hesaplar yaptığı bu ülkede, zor iş.
Romandan bana kalan en mühim şey ne biliyor musunuz? Arka bahçedeki karahindibalar. Aç kalınca imdâda yetişen otlar… Soma'da madenden haber bekleyen şalvarlı kadınlar, bana, karahindibayı hatırlattı. Kimbilir, kocalarının maaşları yetişsin diye hangi otları katık yapıyorlardır ekmeğin yanına?
Öyle zor ki bir yakınının ölüm haberini beklemek. Kaza geçiren oğlumun ölmediği haberi gelene kadar bir erik ağacının altına sığındığımı hatırlıyorum. Bir önceki yazımda bahsi geçen "Ana olacağına duvarda taş ol daha iyi" sözünün ne mânâya geldiğini , "Mustafaaam!" diye çığlık atan Somalı annede bir kez daha gördüm.
Herkes, birilerini suçluyor. Hükûmeti, sendikaları, patronu, teknolojiyi…. Belki de suçlu, mâdeni kader kabul ederek aşağı inen işçilerdir.
Hükûmetlerin destekçisi ya da köstekçisi olmaktan ve birtakım muhterisleri siyâsetin yukarılarına taşımaktan başka bir işe yaramayan sendikalar için ne demeli bilmem. Onlar için işçiler (ve memurlar), makamlara , siyâsî partilere ve oradan da Meclis'e giden merdivenin basamakları.
Patronun avukatları, savunmayı hazırlamışlardır nasıl olsa. Daha kendisi bile bilmiyordur nereden nasıl sıyırdığını. Acaba diyorum, siyâsî hesâbı için Soma'ya işçilere destek olmaya koşan, dededen torpilli jüristokrat Metin Feyzioğlu'na 5 milyon dolar verse avukatı olmayı kabul eder mi? Yazılanlar doğruysa Feyzioğlu, havada kapar.
Hükûmet ve muhâlefet, seçim yorgunu. Yeni bir seçimin arefesinde, hiç hesapta olmayan bir felâketle sarsıldılar. Aramızdan eksilen yüzlerce işçi, bakalım hangi tarafın oyunu arttıracak? Elbette çok üzülüyorlar, ama artık neye yarar? Hayatlarımız da oylarımız kadar değerli olduğunda, her iki taraf da sâhiden kazanacak.
Hiç hesapta olmayan diyorum ama, “bir felâket olsa” diye hesâbı olanlar, kendilerini ele veriyor. "Keşki bu olay Ağustos'da olsaydı." diyen twitter kullanıcısı, ne tür bir hayvan acaba? İnsan olanın ağzından, "Keşki bu olay olmasaydı." sözleri çıkar zîra.
Klavyenin başına oturarak en tesirli twiti en önce atma yarışına girenler, "Beni bırakın Mahmut'u alın! Onun karısı hamile" diyen mâdenciden sonra biraz mola vermeli. Çünkü, bundan daha anlamlı bir cümleyi kimse kuramaz. Suyu bulandırmak yarışına girenlere lafım yok. Onları, hiçbir şey iflâh etmez. Hiçbir şey, onları yalandan vazgeçiremez.
Delik çoraplara ağıt yakanlar var. Kel ölünce sırma saçlı, kör ölünce badem gözlü olurmuş. Şimdi ağlatan bu fotoğraf, çorabın sâhibi ölmemiş olsaydı, “komik kareler” diye yayınlanır; alay edilirdi.
Çizmelerinin çamuru sedyeyi kirletir diye çekinen işçi, içi kirlendikçe dışı paklanan herkesi duvara vurdu. Alnı terlemeden, üstü başı kirlenmeden para kazanan herkesi.
Bir yerde, "Hakkınızı helâl edin" diye bir ifâde okudum. Bu ifâde, en çok hükûmet için geçerli. 700 bin liralık saat takan bakan için geçerli. Her geçen gün refah seviyeleri artan muhâfazakârlar için geçerli. Devlet parasıyla ülke ülke dolaşan "bizim monşerler" için geçerli. Kendisi yapmasa bile makamından vazgeçmemek için güce boyun eğen, yolsuza yol veren bürokratlar için geçerli. Neden mi? Yine romana dönelim. Bir anarşist, işçilere şöyle diyor:
"Marsilya’da piyangodan 100.000 frank çıkan iki işçi, bir yer açıp, ömürlerinin sonuna kadar çalışmadan yaşayacakmış! Sizin sınıfınız bu işte! Onlar gibi olduğunuzda da geldiğiniz yeri unutuyorsunuz. Elinize mülkiyet geçince de onu paylaşmıyorsunuz. İşte sizin kokuşmuş sınıfınız, acınacak hâldesiniz…”
Evet, kokuştuk ve acınacak hâldeyiz. Meğer ne kadar açmışız makama ve paraya. Mâden niye yandı, nasıl yandı, elbet ortaya çıkacak. Romandaki gibi düzenin bozulması için, kaos için sabotaj ihtimâlini düşünmek bile istemiyorum. Düşünmesem de hazırda bekleyen ölü soyucuları görünce zihnim bulanıyor.
Kaos isteyenlerin, hükûmetin istifâsını bekleyenlerin yine karşısında olacağız. Bu felâket, kendimize çeki düzen vermemize sebep olur inşallah. Dilerim, bizi çok çetin sorularla başbaşa bırakarak öte tarafa gidenler, Türkiye'nin Germinal'i olurlar.
Zola'nın ifâdelerini, Soma'ya uyarlayarak bitirmek istiyorum.
"Şimdi, Mayıs güneşi, toprağı ısıtıyor, Soma'dan hayat fışkırıyor, tomurcuklar patlıyor, ekinler yükseliyor. Her yandan tohumlar şişiyor, uzuyor, toprağı deliyor. "
..ve Somalı madenciler umutlarımızı yeşertiyor, adâlete dâir.”
İçim yanıyor. Hem sükûtum var, hem isyânım. Millî yas ilân edilmese konserlerin iptâl edilmediği bir ülkede yaşıyorum.
"Kalbim Soma'da" diyen twit ehli!
Yas üç gün. Yas bitsin, pamuk eller cebe. Dışı kömür karası işçilerin şehâdeti beyaz bir sayfa açsın yüreğimizde. Onların çocukları okumalı ve o mâdene inmemeli.” (15 Mayıs 2014, Habervaktim)
........
Ne dersiniz, bizi çok çetin sorularla başbaşa bırakarak öte tarafa gidenler, Türkiye'nin Germinal'i olmuşlar mı?
Soma’da bir mâdenciye tekme atan Başbakan Danışmanı Yusuf Yerkel, 4 yıl sonra özür diledi. İsteyen, bu özürü kabul etsin. O zaman Yusuf Yerkel için yazdıklarımı, özürünün cevâbı olarak tekrar etmek istiyorum:
YUSUF YERKEL
Ola ki bir zaafa kapılırım diye, siyâseten tarafsız bir delikanlıya, Yusuf Yerkel'in tekmesini sordum. İnanmanız için belirteyim bu delikanlı seçimde boş oy atmış. Cevâbı benim fikrimle örtüşünce çok rahatladım.
"Tekme önemli değil. Kavgada herkes, kendini tutamayabilir. Ama, iki kişinin tuttuğu birini tekmelemek çok sorunlu bir manzara." dedi.
Evet, aynı şeyi düşündüm. Kızdın, öfkelendin, canın yandı, kendini tutamayarak daldın. Bu olmayacak bir şey değil.
Ama…
Be mübârek! Adamı, iki kişi tutuyor. Yâni, sana mukâbele edemez. Ha felçli birini tekmelemişsin, ha o adamı. Ha bir çocuk dövmüşsün, ha o adamı. İki askerin o adamı tutmasından sonraki durum, artık erkekçe bir kavga değil, artistik patinajdır. İlk saldıran o adam olsa bile.
Genç bir akademisyenin mühim bir göreve atandığını duyan bir hocamın -değer verdiği birisi olduğu hâlde- niye şaşırdığını ve sevinmediğini, o akademisyenin işbaşındaki ergen oğlan hâllerini görünce anladım. Sonra, o hocama, "Bunu nereden bildiniz?" diye sordum. "Çok erkendi. Daha olgunlaşmamıştı." dedi.
Yusuf Yerkel, otuz yaşında danışman olmuş. Çok erken bir mürüvvet. O kadar erken ki danışman değil, badigard gibi. Bilgisi, tahsili ileri olabilir ama bu, danışman olabileceği anlamına gelmez. Hâl hareketiyle nasihat verme değil, alma makamında olduğunu gösterdi. Danışılacak değil, danışacak yaşta. Niye 40 yaş, peygamberlik yaşıdır? Niye Anadolu'da, kırkına gelmemiş insanlar için câhil derler? Hayat tecrübesi yeterli olmadığı için. Kırk yaş, insanın erdiği, adam olduğu yaşıdır.
Yâni demem o ki suç, sâdece Yusuf Yerkel'de değil. Kaldıramayacağı yükü ona verenler de suçlu. Eğer doğruysa, bir yarışmada derece aldığı makâlesi sâyesinde yıldızı parlamış. Keşif olarak biliniyor. Hiçbir devlet tecrübesi olmayan bir mekşûf yâni.
Kınadığımız şeyler muhakkak başımıza gelirmiş. Yerkel, Sarıgül, vatandaş yumrukladığı zaman twitter hesâbından duyurmuş. Şimdi ne olacak?
Bence, "Yerkel haklıydı, kendisini savunuyordu." diyenler, eğer vaktiyle Sarıgül hakkında laf etmişlerse bir zahmet özür dilesinler. Neticede, Sarıgül de kendi kapasitesince kendini savunuyordu. (18 Mayıs 2015, Habervaktim)
...
Bu hâdiseden sonra medyadaki atar ergenlerin tekmelerini yemiş birisi olarak, Yusuf Yerkel’in özürünü ciddiye almıyorum.
Bu atar ergenler, iktidardan güç alarak eli kolu bağlı insanlara, isterikli çığlıklar eşliğinde erkekliğe, mertliğe sığmayan tekmeler atıyorlar. Artistik patinaj yapıyorlar.
Medyanın artistik patinajcıları!
Değil mi ki Yusuf Yerkel özür diledi.
Eninde sonunda bu milletten özür dileyeceksiniz.