Türkiye yeni bir umudun eşiğinde, yeni partiyi bekliyor. Parti milliyetçilerin ana rahminden doğduğu için milliyetçiliğe nasıl bir anlam yükleyeceği de sorgulanıyor.
Toplum içinde yaşayan insanın az veya çok kendisini içinde yaşadığı toplum ile aynileştirmek, kendi çıkarının da o toplumun çıkarına uygun olduğunu kabul etmek zorunda olduğu sosyolojik bir olgudur. İşte bu karşı konulmaz illiyet, milliyetçiliğin toplumsal karşılığının en önemli göstergesi olmuştur.
Türkiye’de insanlara kendilerini nasıl tanımladıkları sorulduğunda yapılan araştırmalarda oranlar değişse bile her zaman % 50’nin üstünde milliyetçi bir tanımlama ile karşılaşıyoruz. Ancak, tam bu noktada milliyetçilikten ne anlaşıldığı sorunsalı karşımıza çıkıyor.
Suyun içinde yaşayan balığın suyu sevdiği gibi biz Türklerde toplumumuzu ve bu toplumun yaşam tarzını seviyoruz, duygusal olarak bu yaşam tarzına ve Türk kimliğine bağlılık hissediyoruz. Ancak, sevdiğimiz milliyetimizin istikbali ve güvenliği için milliyetçi ideolojinin içini doldurmakta başarılı olduğumuz pek söylenemez.
Bu sebeple sürpriz gelişmelerle karşılaştığımızda sudan çıkmış balığa dönüyoruz.
İki türlü milliyetçi yaklaşımdan bahsedebiliriz; bunlardan birincisi duygusal anlamda bağlılık içeren “duygusal milliyetçilik”, ikincisi ise milliyetçi düşünce, hal, hareket, eylem, tavır, tutum, çözüm ve öngörüleri içeren “fikri milliyetçilik”tir.
Duygusal Milliyetçiliğin toplumsal karşılığı çoktur, ama içi boştur. Kuvvetli ve sürekli toplumsal bir refleks içermez, yaşanılan duygusal doyum insanlar üzerinde bir nevi narkoz etkisi yapar. Fikri milliyetçilik ise fikir çilesi ile yoğrulan içi dolu, toplumsal refleksleri kuvvetli tutan milliyetçiliktir.
Bu sebeple genellikle insanımız “dombıra”yı veya “Türkiyem” türkülerini dinleyerek AKP’ye oy verir, ama bu dinletileri önlerine sunan anlayışın düne kadar “Türkiyem” parçasını yasakladığını, Arif Nihat ASYA’nın “Bayrak” şiirini milli eğitim müfredatından çıkarttığını, milliyetçiliği ayaklar altına aldığını fark etmez.
Ancak, fark eşiğine gelene kadar… İşte o zamanda “Türk’ün aklı sonradan başına gelmiş…” olur.
Bu problemden kurtulmanın yolu cehaletten kurtulmaktan geçiyor. Bu gerçeği çok iyi bilen rahmetli Başbuğ “Türk milletinin en büyük düşmanı cehalettir.” sözünü boşuna sarf etmemiştir.
Başbuğ ve kurduğu milliyetçi hareket gençliğe yönelmiş, gençliğin zihnini doldurarak, zihni bir bereket ortamı oluşturulmasına hizmet etmiş ve Türk milletinin sinir uçları olarak ülkücü hareketi vücuda getirmişti.
Fikri yani düşünsel milliyetçilikle desteklenmediği sürece duygusal milliyetçilik bizi sahte milliyetçilerin eline teslim eder.
Adı milliyetçi bir parti koalisyonla iktidara geliyor ve en azından Türkçe’nin yaşatılması ile ilgili bir yasa bile çıkartamıyorsa o adın yüklendiği anlamın içi boş kalmış demektir. Adı milliyetçi olmakla milliyetçi olunmaz, zihni ve eylemi milliyetçi olmakla milliyetçi olunur.
Duygusal milliyetçi söylem ve tavırda gereklidir, bu söylem eylem ile desteklenince ortaya gerçek bir milliyetçilik çıkacaktır.
Son 18 yılda ülkü ocakları tarafından, toplumsal katılım içeren şenlikler ve milliyetçi sivil toplum teşkilatlarının göz ardı edilmesini ancak, milliyetçi düşünceye yapılan suikast olarak izah edebiliriz.
Bu suikastı son buldurmalı, milletin hem gönlüne hem beynine girmeliyiz.
Yeni partinin hamasete dayalı duygusal milliyetçilik değil, fikri temelleri ve birikimi olan bir milliyetçilik yapacağı ve milliyetçiliğin söyleminden çok pratiğine önem vereceğini düşünüyoruz. Artık boş laflar ile toplumun gazı alınmayacak, milliyetçiliğin kuru söylemi değil, gereği uygulanacak.