(Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU'nun "Üzümcü" hikayesinin bu bölümünü her kavruk Türk evladı okusun lütfen...
106 yıl önce yazılan bu satırlardan hareketle, bugünü ve yaşadıklarımızı herkes tekrar gözünün önünden geçirsin lütfen. Sadece dekorların, kıyafetlerin farklı olduğunu, Türk'e biçilen rolün hiç değişmediğini fark edecek, ülkenin geleceğine dair ince işlere hiç yaklaştırılmadığını, Türk'ün kaderinin hiç değişmediğini göreceksiniz. R.GÖKDEMİR)
ÜZÜMCÜ
"Bugün uçuk benzinle, yırtık cepkeninle bir vatan kurbanı teslimiyetiyle girdiğin devlet kapısından, asker ocağından, yarın yeni libasınla, kızıl fesinle bir âmir kurumıyle çıkarsın! O zaman, bugünkü zayıf, yarın kavî bir kahraman olur; bastağın yerleri titretirsin!
Atın dizginini kavrayıp, kılıcını çektiğin, tüfeğini omuzuna vurup, süngünü taktığın vakit bugünkü köylü, yarın korkunç bir asker olur; âsileri sindirirsin!… Tarlanı çapalar, davarını güderken hakâret görürsen bugünkü koyun, yarın yırtıcı bir kaplan kesilir; yuvanı bozanları ezersin! Seni böyle bir an içinde değişmiş görenler sanırlar ki bu sağlam vücut yalnız asker libâsı giymek, bu sert pençeler yalnız silah kullanmak, bu kalın ses yalnız siper almak için yaratılmıştır.
Senin o tabur halinde bir pulat kütlesi katılığında yürürken takındığın o salâbet, o vakarı görüp de, sana güvenmemek, seni sevmemek kabil değildir.
Sen gürbüz ninenin, gür ve temiz sütünü daha emerken azamet-i nefs, sebat ve tahammül, itaat ve tahakküm gibi amir olmak için yaratılmış bir cinsin faziletlerine mâlik olmuşsun. Bu hâkimiyet esaslarını başka milletler mekteplerde, medreselerde anarlar. Sana bu meziyetleri ninenin iri siyah bakışı, babanın kükreyen dik sesi, Kur’ân’ın esrârengiz âhengi öğretmiş.
Yırtık poturunla da vakursun; mahkûm olsan da hâkimsin; temellûkten ziyâde tecebbüre meyyalsin; fikrinde azmin gibi sâbitsin; sertsin, sertliğinde kabalıktan, bayağılıktan ziyâde âmiriyet kuvveti, necâbet lâübaliliği vardır. Hiddetle yıldırım gibi gürlediğin hâlde rikkatle bir bulut gibi ağlarsın; sâfiyette bir melek, ısrarda bir devsin… Onun için dünyada eşi bulunmaz bir millet olmuşsun. Düşündüğün zaman bir arslan temkiniyle ağır ve sâkin duruşundan, kızdığın vakitki azim ve şiddetin anlaşılmaz. Uzun kirpiklerinin altında utangaç ve durgun düşünen iri gözlerin bir kere açılmasın; kalın kaşların bir kere çatılmasın; o zaman varlığın, benliğin köpürür, taşar; o zaman ceberûtun, haşmetin parlar, yükselir. O zaman cebbar olursun. Bu acâyip sırr-ı hilkatini bilmeyenler, yanılırlar.
Büyüklere karşı saygın bizzat sayılmayı sevdiğindendir; muti, olman, mutâ, olmak istemendendir.
İnce işlere alışmayı vaktin olmasa bile, zor bazuya bağlı teşebbüşlerden lezzet alırsın. Kara topraktan, ak ekmeğini çıkarırsın.
Fikrinde muannit, muhabbette muannit, muhaberette muannitsin. Yeniliğe çabuk alışmazsın, fakat bir defa da alışırsan bırakmazsın. Safsın; seni çekemeyenler böbürlermekle değil, ekseri sana yaltaklanmakla seni ızrar ederler. Ayakların, kolların bir boğa gibi ağır ağır kımıldarken tavrından tükenmeyen bir tahammül, yılmayan bir azim âşikâr olur. O engin denize benzersin ki yavaş yavaş coşar ve coşunca pek hırçın olursun.
Maddî menfaate ehemmiyet vermezsin. Para denilen mâden parçasına i’tibar etmezsin. Suçun budur. Müsfifliği asâlet icâbı sayarsın.
Vakarın benliğine galebe eder. Cânânını canına tercih edersin. Ekseri başkaları için yaşar; başkaları için çalışır; başkaları uğruna ölürsün. Başkaları seni beğendiği hâlde sen kendini sevmezsin. Ne zaman köyünde, önüne bir önlük koyup makine başına geçecek, ne vakit eline pergel alıp masaya yaslanacaksın? Ne zaman dükkânının tezgâhında sermayenin fâizini hesap edeceksin? Senden bunu bekliyorlar, sana bu kusuru buluyorlar. Fakat vakit kalıyor mu? Keseni doldurmak için değil, karnını doyurmak için kullandığın sabanın demirini tarlanın ortasında bırakıp tüfeğin çeliğine sarılıyorsun. O serhadden bu hududa koşuyorsun. Bulgaristan’da ölüyor, Yunanistan’da ölüyor, Acemistan’da ölüyor, Sırbistan’da ölüyor; yalnız yurdunda köyünde ölemiyorsun. Sevgilin Ayşeciği doya doya öpemiyor, yavrun Mehmedciği seve seve büyütemiyorsun.
Bir ulu çınarsın ki kırılır, eğilmezsin; ölür inlemezsin. Kanınla çorak kumlukları sularken ekmeğini alnının terine batırır yer, yine düşman karşısına yaralarınla berâber her yerde bir istihkam gibi çıkarsın. Sen zâlim heybetinle bir mazlumsun; ninenin, atanın kucağında bir garip; ananın, babanın kucağında bir yetimsin!
Dul analarla dolu olan şu Anadolu bir üvey nine kadar sana cefakardır. Sen Şarkın kınına giremeyen bir kılıcısın; döğüle döğüle tavlanır, vurula, vurula kırılırsın. Yine her parçandan bir kıvılcım, her kıvılcımdan bir şimşek çıkar. İlâhi bir kuvvetin, ebedi, bir feyzin var, ey Türk!…"