40 senedir (1979’dan beri) onlarca siyasi, düşünce suçu vs. davalardan yargılanan bir Türk vatandaşı olarak kanaatimi şöyle özetliyorum:
“Türkiye’de adalet öldü. Ruhuna Fatiha okuyup helvası çoktan yedim. Bu şekliyle adaletin yeniden dirilme ümidim kalmadı.”
Şimdi bazıları, “Çok insafsız bir değerlendirme, Türkiye’de hâkimler de var.” diyebilir. Bunların istisnanın dışına çıkmayacağı kanaatindeyim. İstisnaların kaideleri bozmayacağını da atalarımız özdeyiş olarak söylemiştir.
Neden böyle bir kanaat ben de oluştu sorusunu ve gerekçelerini açıklayayım.
Hâkimlerin cübbelerinde düğme yoktur. Bu öylesine sıradan bir kıyafet değil, vicdanın ve tarafsızlığın sembolüdür. Yargı, kimseden emir almadığı, bağımsız olduğu için, kimsenin önünde iliklenmesin diye cübbenin düğmeleri yoktur. Yargı, kamu hizmeti olduğu için cübbenin cebi de yoktur.
Bundan dolayı hâkimlerin hiçbir baskı, klik, siyasi ve sosyal olaydan etkilenmeden karar vermesi gerekir.
Ancak teorisi böyle olmasına karşılık pratikte hiçte öyle olmamaktadır. Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal, bir dönemler hâkimlerin adaletsiz davranmalarının sebebini, “Vicdanları ile cüzdanları arasına sıkışıyorlar.” şeklinde ifade etmişti. Fakat sadece vicdanları ile cüzdanları arasına değil, siyasi ve toplumsal baskılara da boyun eğdiklerinin örnekleri alabildiğine fazladır.
Genel olarak 1960 ve 1980 darbeleri ile 28 Şubat Post modern darbe girişimi sonrası nice hâkimlerin askerlere brifing verdiklerini ve onların baskıları sonucu adaletsiz kararlar aldıklarına tarih şahittir.
Özel olarak yaşadığım bazı hukuksuzlukları sizlerle paylaşmak istiyorum.
1979-1982 yılları arasında siyasi olaylardan iki kez cezaevine girmiş ve sonunda beraat etmiştim. Beraat ettiğimden dolayı Adalet bakanlığı hakkında haksız yere beni tutukladıkları için dava açmıştım. Mahkeme hâkiminin bana söylediği; “Oğlum it iti ısırmaz. Boşuna uğraşma. Hiçbir mahkeme devleti suçu çıkarmaz.” Dediği için bir adalet bulamayacağımı anladım ve davamı geri çektim.
Yine 1987 yılında 2 sayfalık bir yazı sebebiyle İzmir devlet Güvenlik Mahkemesi 163. Maddeye muhalefetten düşünce suçu işlediğim gerekçesiyle hakkımda dava açmış ve mahkeme sonucunda 4 sene 7 ay ceza vermişti. Cezanın hukuksuzluğunu mahkeme başkanı bile kabul ettiğinden Yargıtay sürecinin tutuksuz devam etmesi için beni tahliye etmişti. Daha sonra hâkim bu cezayı bizzat o dönemlerin ceberut devlet başkanı Kenan Evren’in emriyle verdiğini itiraf etmişti. Cezanın 9 ayını yatmış ve geri kalanını Yargıtay cezayı jet hızıyla tasdiklediği için kaçak duruma düşmüştüm. Tam 4 yıl kaçak gezdim ve sonunda Rahmetli Özal 163. Maddeyi suç olmaktan çıkardığı için cezam düşmüş ve ben de kaçak olmaktan kurtulmuştur.
2015 senesinde Adnan Oktar denen ahlaksıza twitter üzerinden, “Ahlaksız, uçkur düşkünü, din istismarcısı vs.” dediğim iddiasıyla hakkımda dava açılmış ve mahkeme herhangi bir araştırma gereği duymadan, böyle bir hakaretin edilip edilmediğini araştırmadan bana 105 gün ceza vermişti. Adnan Oktar’ın avukatları bu ceza davası üzerinden hakkımda 4 bin TL tazminat davası açmışlardı. Bunu bu cezayı veren hâkim hakkında sosyal medyada FETÖ mensubu olduğuna dair paylaşımlar çıkmıştı. Bunları toplayarak mahkemeye bunun araştırılmasını istedim. “Bir sanığın mahkemeye verdiği hiçbir delil suç aleti yapılamaz.” ilkesi olmasına rağmen bir savcı bunları mahkeme evrakları içinden aldı ve hakkımda hâkime “Paralel mensubu” dediğim iddiasıyla ceza davası açtı. Açılan soruşturma ve mahkeme tamamıyla hukuksuzdu. Bunu mahkeme de hâkime, “Ceza hukukunda tarif edilmemiş bir suçtan dolayı birine ceza verebilir misiniz?” soruma karşılık hâkimin veremem demesine rağmen bana 2. Celsede tam 11 ay 20 gün ceza verdi. Cezanın gerekçesi ise tamamıyla yalana dayalıydı. Güya mahkeme sırasında hakime hakaret ettiğimi kabul etmişim.! Bunun için mahkeme tutanağı gerekmez mi? Mahkeme tutanağında böyle bir şey olmamasına ve ceza hukukunda tarif edilmemesine rağmen hâkim hukuksuz bir karar almıştı. Bu ceza halen Yargıtay’da durmaktadır.
Gelelim bu yazıyı yazmama ve yaşadığım hukuksuzlukları anlatmama sebep olan 5 Nisan’da katıldığım bir davadaki hukuksuzluklara.. Tutuklu bir kişi hakkında tam 5 suçlama var ama dosyada bu suçlamaların altını dolduracak bir tane bile delil olmamasına rağmen suçlanan kişi tam 10 aydır içeride tutulmaktadır. İddia makamı iddiasını açıklamak ve suçun maddi unsurlarını mahkemede ispatlamak zorundadır. Varsayımlarla, gazete kupürleriyle bir ceza davasının sürdürülmesi herhalde sadece adaletin, hukukun olmadığı ülkemizde görülmektedir. Mahkeme sırasında bir avukat bu hukuksuz duruma isyan etmiş ve hâkime aynen şunları söylemiştir: “Hâkim Bey! Müvekkilim hakkında beş başlıkta suçlamalarda bulunuluyor. Eğer bunların herhangi biri hakkında bir tane somut delil bulur ve benim yüzüme çarparsanız ben bu davayı da avukatlığı da bırakırım. İnsanları birilerinin kin ve nefretleri ile medyanın baskılarına kurban etmeyin.”
Mahkeme başkanını tavrı ise gerçekten adaletin çoktan öldüğünü ortaya koyacak nitelikteydi. Bir yandan savunma hakkı kutsaldır derken diğer yandan sanığın savunma hakkını kısıtlamak hangi adalet ile bağdaşmaktadır? Gördüğü hukuk tahsili sırasında hiç kimse bu hâkime, “Adalet dünyadan kalkarsa, insan hayatına değer verecek bir şey kalmaz.” diye öğretmemiş anlaşılan.
Adil bir hâkim, sanık kim olursa olsun onu iyi niyetle dinlemeli, akıllıca karşılık vermeli, sağlıklı düşünmeli, tarafsızca karar vermelidir. Aksi halde dünyanın en tehlikeli yaratığı olan ve sadece hukuk bilen ama adaleti tanımayan biri olarak anılır.
Konfüçyüs bundan yüzyıllar önce sanki bugünleri tarif edercesine şu tespitleri yapmıştır:
“Bir ülkede adaletin varlığı kişinin kendini özgürce ifade etmesinden anlaşılır.” Bir kişi suçlandığı mahkemede bile kendini savunamıyorsa, hâkimin devamlı tehditlerine maruz kalıyorsa orada ne adaletten, ne hukuktan söz etmek asla söz konusu olamaz.
Adalet, merhametten ziyade her cemiyetin temelini teşkil eder. Eğer bir cemiyette adalet yoksa o cemiyet ve devlet ölmüştür. Fatih, “Adalet ölürse devlette ölür” diyerek bu gerçeği yüzyıllar önce ortaya koymuştur.
Kimi zaman vicdanı ile cüzdanı, kimi zaman da siyasi iktidar ile vicdanı arasında sıkışıp kalan hâkimlerden adalet beklemek beyhudedir. Gerçek anlamda hâkimlik yapan o cübbeyi hakkıyla sırtına giyen kişi, vicdanın ve tarafsızlığın sembolü olmalı, savunma hakkını kutsal bilmeli, kimseden emir almamalı, bağımsız olmalı ve kimsenin önünde cübbesini iliklememelidir.
Yukarıdan beri somut örneklerle anlattığım gerekçelerle ülkemizde hukukun olmadığı, adaletin öldüğünü söylüyorum. Bunun için hukukun hakim olduğu ve hakimlerin adil hale geldiği bir ülke özlüyorum. Bunun olabilmesi için de adaletsizliğin, adaletle yıkılması gerektiğine inanıyorum.
Sözlerimi bir muhteşem ayetle taçlandırıyorum:
“Şüphesiz Allah, insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size öğüt veriyor!..” (4/58)