Ülkemiz elli senedir PKK ve FETÖ isimli iki büyük terör belasıyla karşı karşıya bulunuyor. Ne yazık ki elli senedir yok edemediğimiz bu terör belalarının arkasında müttefik saydığımız ülkeler var. Sözde bu müttefiklerimiz terörün bitmemesi için ellerinden gelen her türlü şeytanlığı deniyorlar. Biz ise bu belalara karşı yanlış mücadele metotları geliştirerek başımızdan def edemiyoruz.

Bundan 15 sene önce “Turan Bozkurt” müstear ismiyle kaleme aldığım “Atatürk’ün Doğu Politikası ve Kürt İsyanları” isimli eserde PKK’nin kendine istismar alanı yaptığı Kürt isyanlarının çıkış sebeplerini ve bazı çözüm yollarını dile getirmiştim. Kürt isyanları sadece Cumhuriyetin kuruluşundan sonra var olmamış, aksine Osmanlı döneminde de çok sayıda Kürt isyanları yaşanmıştı. Osmanlı Cihan Devleti Kürt isyanlarına çözüm ararken barış ve huzuru merkeze almış ve bu hususta gerekirse zahiren taviz gibi görünen ama gerçekte teröre dur diyen çözümler üretmişti. Yavuz Sultan Selim’in Kürt âlim İdris-i Bitlisi ile ilişkileri ve Sultan Abdülhamid’in Hamidiye alaylarını anlatmaya çalıştığım meseleye örnek gösterebiliriz. Hatta bazı dönemlerde Osmanlı Cihan Devleti sadece Kürt isyanlarını sona erdirmek için isyanlara liderlik eden eşkıyalara “Paşa” unvanı vererek çözüm üretmiştir. Osmanlı bunu yaparken üç kıtada hâkimiyetini devam ettiren, bir mektupla başka ülkelerdeki kralları tahtından alıp yerine yeni kral atayacak kadar büyük bir Cihan Devletiydi.

Ne yazık ki Kürt isyanları Türkiye Cumhuriyeti döneminde de devam etmiş ve devlet bu isyanları çok kanlı biçimde bastırmıştı. Ancak bu tür güvenlikçi politikaların teröre çözüm olmadığı bugün gelinen sonuca baktığımızda da çok açık biçimde görmekteyiz. Nasıl ki bir bataklıktaki sivrisinekleri öldürmekle sivrisinekler yok edilemeyeceği gibi terörü besleyen siyasi, sosyal, dini, ekonomik vb. sorunları çözüme kavuşturmadan teröre son verilemez. Sivrisinekleri temelinden yok etmenin yolu bataklığı kurutmaktan geçtiği gibi terörü yok etmenin yolu da bunu üreten bataklıkları yok etmekten geçtiği tarihi tecrübelerle sabittir.  

Türkiye Cumhuriyetinde meydana gelen Kürt isyanları (“Şeyh Said” ve “Dersim” isyanı gibi dini dayanaklı olanlar hariç) ne yazık ki etnik kökenlidir. İster dini ister etnik kökenli olsun bütün isyanların altında yabancı istihbarat örgütlerinin sinsi kışkırtmalarının varlığı da açıktır. Bu istihbarat örgütlerini besleyen ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda, Rusya, Çin, İsrail vb. ülkelerin çoğu da başta da değindiğim gibi sözde müttefikimiz olarak kendilerini lanse etmektedir.

Son elli senedir ülkemize yönelik en büyük terör belasının başında PKK denen ve sözde Kürtlerin hakkını savunduğunu iddia eden bir örgüt gelmektedir. Aslında PKK, kurulduğu 1974 yılından 1984 yılına kadar süren kuluçka döneminde ülkemize yönelik bir terör saldırısı yapmamış; aksine yaptığı eylemler özellikle Kürt fraksiyonların başlarındaki liderleri yok etme şeklinde olmuştur.  1984 yılında ilk olarak devlete başkaldıran PKK, bu tarihten sonra terör eylemlerini artırarak binlerce askerimizi, polisimizi, kadınları ve çocukları katletmiştir. Bu başkaldırışın tarihi çok önemlidir. Zira o dönemlerde ülkemizin başına bela olan “ASALA terör örgütü” yok edilmiş ve birden PKK ülkemize yönelik eylemlere başlamıştır. Bunda PKK’nın üst düzey yöneticilerinin kahır ekseriyetinin Ermeni olmasının tesiri elbette büyüktür ama esas etken bu örgütün arkasındaki ülkeler ve istihbarat teşkilatlarıdır. Devletimiz bu şer şebekelerine karşı gereken cevabı özellikle askeri çözümlerle vermeye başlamış ve on binlerce terör örgütü militanını cehenneme yollamıştır. Terörle mücadele sürecinde TSK ve Emniyet güçlerimiz binlerce şehit vermiştir.

Bu terör belası çerçevesinde ülkemizin başına 1980’li yıllarda FETÖ isimli yeni bir örgüt daha ilave olmuştur. FETÖ denen örgüt PKK’dan daha sinsi şekilde örgütlemesini çok gizli yapmış, devletin en hassas kurumlarına militanlarını büyük bir sabır ve işçilikle yerleştirmiş ve nihayet 15 Temmuz 2016 tarihinde bu militanları harekete geçirerek ülkemize yönelik bir darbe girişimde bulunarak 251 vatandaşımızı şehit etmiş, binlercesini de yaralamışlardır. FETÖ denen bu iblisi yapı ülkemizin siyasi, sosyal, dini ve ekonomik alanlarında da büyük tahribatlar yapmıştır.

PKK terörünün çözümü için Ak Parti bundan yıllar önce bir umut diyerek “Çözüm Süreci” denen bir girişimde bulunmuş, ancak terörü besleyen devletler bu girişimi sonuçsuz bırakmak için elinden geleni yapmış ve sonunda da süreç başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Türkiye “Çözüm Süreci” sonrası PKK’ya karşı yeniden güvenlikçi mücadele politikalarına dönmüş ve PKK’ya ağır darbeler vurmuştur. Ancak bugün TSK ve Emniyet güçlerimizin cansiperane mücadelelerine rağmen gelinen noktada terör denen belayı hala ülkemizin üzerinden atamadığımız görülmüştür.

Devletimiz 15 Temmuz 2016 darbe girişi sonrası FETÖ denen terör örgütüne karşı da emniyet ve yargı kanalıyla amansız bir mücadele vermiş, devlete sızan yüzbinlerce FETÖ militanı görevlerinden uzaklaştırılarak cezalandırılmıştır. Yine devletimiz PKK ile mücadelede yapmadığı bir yol denemiş, FETÖ terör örgütüne destek verenlerin mal varlıklarına el koyarak devletleştirmiştir. Bu hususta verilen mücadele ile FETÖ denen iblisi örgüt Türkiye’de çok büyük bir darbe yemiştir.

İster Kürtleri kendine maske olarak kullanan taşeron örgüt PKK, isterse de İslamiyet’i kendine maske yapan FETÖ, aldıkları bunca darbelere rağmen bitmemiş, hala yeniden yapılanmalarla devletimize karşı kafa tutmaya devam etmektedirler.

Bunca mücadeleye, bunca güvenlikçi politikalara rağmen bu örgütler neden bitirilememiştir? Bu ifritten soruya aklı başında cevap aramak ülkesini, vatanını, milletini seven herkesin en asli vazifesidir.

Terörün bitmemesinin en önemli sebebi terörü bütüncül anlamıyla ele almamak olduğu gözlenmektedir. Terör PKK’da ve FETÖ’de olduğu gibi sadece emniyet, yargı ve TSK ile çözülecek bir bela değildir. Terörü besleyen siyasi, sosyal, ekonomik, dini, uluslararası kışkırtmaları da güvenlikçi tedbirlerle beraber ele almak gerekir.

Mesela PKK’nın terörü sebebiyle bulundukları Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki topraklardan batıdaki şehirlere kitlesel olarak göç eden Kürt kardeşlerimize buralarda gereken sahip çıkmalar yapılmamış ve ne yazık ki PKK bu boş bırakılan alanı doldurarak kendisine militan devşirdiği zeminler oluşturmuştur. Büyük şehirlerde oluşan Gettolarda terör örgütünün pençesine düşürülen nice Kürt genci militan olarak dağlara çıkarılmış ve çoğu meydana gelen çatışmalarda öldürülmüştür. (Bu öldürülen gençlerin aileleri ise vatansever Kürtlerdir ki bunun en güzel örneği PKK tarafından kaçırılarak/kandırılarak dağa çıkarılan çocuklarını arayan “Diyarbakır Anneleridir.”) Hâlbuki devletimiz terör sebebiyle şehirlere göç edenlere siyasi, sosyal, dini, ekonomik anlamda sahip çıkmalı ve bu insanların devlete aidiyetleri sağlanmalıydı. Bu hakkıyla yapılmadığı için adı geçen zeminler PKK’yı besleyen birer merkez haline gelmiştir.

Bugün İstanbul’un göbeğinde bulunan Esenyurt gibi bir ilçenin, Ağrı, Van, Mersin, Adana vb. illerin PKK örgütünün siyasi kanadı olan partilere yardım ve yataklık eden belediye başkanlarını seçmelerini izah etmeye çalıştığım konuya örnek gösterebilirim. Yani siyasi, sosyal, ekonomik, dini mücadele ile birlikte güvenlikçi mücadele modelleri PKK ile mücadelede beraber uygulanmış olsaydı terörün bunca yıl sürmesi mümkün olmayabilirdi.

FETÖ ile mücadelede de ne yazık ki aynı hatalar yapılmış, bu iblisi örgüt ile mücadele sadece TSK, emniyet ve yargıya bırakılmıştır. Hâlbuki bu terör örgütünü besleyen siyasi, ekonomik, sosyal ve dini çok kanal mevcuttu ve ne yazık ki bu kanallarla mücadelede devletimiz kadük kalmıştır. FETÖ ile mücadelede özellikle siyasi alandaki militanlara dokunulmadığı için bugün şeytani yapının savunucuları iktidardaki partilerde dâhil birçok siyasi partide etkin biçimde rol almakta ve sinsi olarak mücadelelerine devam etmektedirler.

Yine FETÖ ile mücadelede özellikle dini alanda yeterli mücadele yapılmamış, bu iblisi yapının münafık faaliyetleri Kur’an delilleriyle çürütülmemiştir. Bu sebeple halkımız arasında bu şeytani yapı hala İslami bir cemaat olarak görülmektedir ve bu oran oldukça da yüksektir. Hatta bu mücadele hakkıyla yapılmadığı için milliyetçi ve İslam çevrelerde yaptıkları 15 Temmuz darbesi bile onlara mal edilmemekte ve bir tiyatro olarak algılanmaktadır.

FETÖ ile yapılan mücadelede el konulan mallarının tamamıyla devlete devredilmesi gerekirken bir kısmının bazı cemaatlere, tarikatlara ve vakıflara devredilmesi ve FETÖ’cü iş adamlarının “FETÖ Borsası” adı altında devlet erkini elinde tutanlar tarafından mallarının alınması da bu mücadelenin kadük kalmasının en önemli sebeplerinden biri olarak tarihe geçmiştir.

Son aylarda PKK ile mücadelede devletimiz yeni bir adım atmış ve Teröristbaşının örgütünü lağvetmesi istenmiştir. Bunun için cezaevinde bulunan Teröristbaşının PKK uzantısı olan DEM parti grubuna gelerek çağrı yapması istenmiştir. Bu çağrının kurulduğu günden beri terörle mücadelede ve birçok alanda ülkenin teminatı olan MHP lideri Devlet Bahçeli kanalıyla yapılması ise tam bir “Devlet aklı” stratejisi olarak görülmektedir. Devletimiz TSK ve emniyet güçleriyle bitirmeye yaklaştığı örgütün bir daha belini doğrultmaması için siyasi ve sosyal açıdan da meseleyi çözüme kavuşturmak için harekete geçmiştir. Bu hususta bazı çevreler tarafından dillendirilen “Yeni bir çözüm süreci mi?” itirazlarına da devletimiz en yüksek seviyeden, “Hayır, ya silahlarını gömecekler, ya da silahlarıyla beraber gömülecekler.” şeklinde çok açık cevap vermiştir.

Bu süreçte yaşanan çok ilginç çelişkilerde meydana gelmiştir. Daha düne kadar PKK ve siyasi uzantısı ile 6’lı masalarda ittifak yapıp meclise gelen milliyetçi(!!!) partilerin birden bire, “PKK ile işbirliği mi yapıyorsunuz?” demeleri ve kurulduğu günden beri ülkenin sigortası olan MHP’nin milliyetçiliğini sorgulamaya kalkmaları ise gerçekten çok komik bir paradoks olmuştur.

Devletimiz elli senedir bitirilemeyen bir terör belasına aklı başında bir öneri getirmiş ve PKK’nın lağvedilmesini istemiştir. Bu isteğin ardından PKK’nin merkezleri arasında meydana gelen farklı fikir çatışmaları devletimizin bu örgüte nasıl bir “Kurt Kapanı” kurduğunu da açığa çıkarmıştır. Kandil’deki teröristlerin önde gelenleri tarafından yapılan açıklamalar bunun açık göstergesidir. Öcalan PKK’yı lağvetme çağrısı yapsa da özellikle Kandil bunu yerine getirmeyecek; böylelikle devletimiz İmralı’daki caniyi bitirdiği gibi Kandil’deki fitne merkezini de yok etme gerekçesini yakalamış olacaktır.

Devletimiz PKK’yı bitirmek için böyle bir girişim yaptığı gibi FETÖ elebaşlarına da aynı çağrıyı yapmalıdır. Çünkü FETÖ elebaşı asrın münafığı Fetullah’ın leş olmasından sonra kurulan yönetim komitesi kendi aralarında büyük çatışmalar yaşamalarına rağmen Türkiye’ye karşı hain mücadelelerini sürdürmektedirler.

Başta da değindiğim gibi terör sadece emniyet, TSK ve yargı kanalıyla bitirilemeyecek kadar derinlikli bir beladır. Bu belayı def edebilmek için bunlarla birlikte özellikle siyasi, sosyal, ekonomik ve dini alanlarda da başarılı projeler yapılarak bin senedir birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimiz PKK ve İslam için her şeyini feda eden milletimiz yüzüne İslam maskesi takarak Allah ile aldatmayı ilke edinen FETÖ gibi terör örgütlerinin elinden kurtarılmalıdır. Aksi halde yanlış metotlarla yapılan mücadeleler terörü bitirmeye yetmeyecektir. Bu milletin elli senedir terör belasından çektiği yeter. Bir elli sene daha aynı bela ile imtihan edilmemesi için terör ile ayakları yere basan, akıllı mücadele stratejileri geliştirilerek uygulamaya konulmalıdır.