Ankara’dayken, bir ara “Biz buyuz” başlıklı yazılar kaleme aldım. Yolda, otobüste, çarşıda gördüğüm güzel hâdiseleri yazdım. Aslında kötülük, çok fazla değil. Çok ses çıkardığı için çok yaygın zannediyoruz.

Dün Kocaeli’nin Gölcük ilçesindeki bir lisenin kantininde gördüklerimi paylaşmak istiyorum. Eminim siz de benim gibi tebessüm edip, “Biz buyuz!” diyeceksiniz.

Okulun kantininde çayımı yudumlarken bir yandan da kantine girip çıkan gençleri inceledim. Kıyâfetler, tek tip değil. Hem MEB’in kurallarına uygun hem de idârenin, çocukların kişisel zevklerine saygı gösterdiği belli.

Gençler, istediğini alıp tezgâhın üzerindeki kutuya parasını bıraktılar. Paraları bütünse üstünü aldılar. Kantin görevlileri karışmadılar. Bir genç, görevliye para uzattı. Görevli, şakayla karışık kızdı.

“Kocaman çocuklarsınız. Kendi işinizi, kendiniz görün. Niye biz yaşlıları yoruyorsunuz?”

Teneffüs bitip de çocuklar çekilince, “Bunlar hiç hile yapmazlar mı?”diye sordum. Adamın verdiği cevâbı, aynen yazıyorum:

“Yapmazlar. Gelirler; alacaklarını alıp parasını bırakır giderler. Allah, bunları yetiştiren ana babalardan râzı olsun!”

“Yok yok,” dedim. “Bu, sâdece veli meselesi değil. Bu okulda çok iyi idâreciler var.” “Öyle.” dedi adam.

Şimdi 4-5 saat öncesine gidip bana bu cümleleri söyleten manzarayı anlatayım:

Bir hayır çarşısı (kermes) vesîlesiyle okula gittim. Bir tencere sarmayı sınıf öğretmenine teslim edip eve dönmek niyetindeyken kendimi, masaların birinde yiyecek satarken buldum.

Sınıflar arasında nasıl tatlı bir rekâbet var, anlatamam. Gençler, sınıf öğretmenleri ve okul-âile birliği görevlileri, canla başla satış yapmaya çalışıyorlar. Motivasyon, inanılmaz yüksek. “Matematikten 100 aldıran kurâbiye!”, “Kısmet açan kek!” cümleleri havada uçuşuyor. Paralar, gençlere teslim; karışan, hesap soran yok.

Bir ara, döner masasının yanındaki ekmek kutusunun başında oturan 40-45 yaşlarında takım elbiseli kravatlı bir adam dikkatimi çekti. Yarım ekmekleri ikiye ayırıp döner ustasına uzatıyor. Gâyet neşeli.

“Kim bu adam?” diye sordum. “Okul müdürü.” dediler.

Müdürün branşının ne olduğunu tahmin edemedim ama ne olmadığını tahmin ettim. Yanına gidip kendimi tanıttım ve branşını sordum. “İlâhiyatlı olmadığınızı tahmin etmiştim. Doğrulamak istedim.” dedim. Güldü. Ne demek istediğimi anladı elbet.

İstanbul’daki nitelikli liselerden birini gören bir üniversite öğrencisi, annesine şöyle demiş: “Biz lise okumamışız anne. Burada çocuklar, okul bahçesinde bisikletle dolaşıyorlar.“

Acaba bu delikanlı, benim gördüğümü görse ne yapardı? Daha müdürün çekim alanından çıkamamışken bahçede bisikletle dolaşan bir adam gördüm. Kim olduğunu sordum. Müdür yardımcısıymış. Şaşkınlığımı farkeden bir öğretmen, “Şaşırmakta haklısınız. 18 yıllık öğretmenim böylesini ben de görmedim. Çok sıradışı bir idârecidir.” dedi.

Bisikletli adam durduğunda yanına yaklaştım.

”Hocam, sizden bir şey isteyeceğim ama biraz zahmetli ve vakit alacak.”

“Buyurun!”

“Gelin, böylece filanca okula kadar gidelim. Oranın bahçesinde bir tur atın da çocuklar idâreci görsünler.” Hep berâber güldük. (Maalesef mezkûr okulun idârecileri, ilâhiyat mezunu.)

Tekrar kantine dönelim. Yan masadaki öğrenciler dikkatimi çekti. Kermeste satış yapan çocuklardı. İşleri bittiğinden sınıfa dönmek için teneffüsü bekliyorlardı. Önlerindeki tabakta, kek, börek vs. vardı. Sınıf arkadaşlarından İsmâil, küçük bir kazâ geçirmiş. Merdiven inip çıkmakta zorlandığından ona bir tabak yiyecek ayırmışlar. “İsmâil mi istedi?” diye sordum. Birisi, mahcûb bir hâlde, “Yok biz, o telâşta götürmeyi unuttuk da. “ dedi.

Bahçede koltuk değneğiyle yürüyen bir çocuk görmüştüm. Belki de İsmâil oydu. Belki de İsmâil’e, diğer arkadaşları yiyecek götürdü. Önemli değil. Önemli olan, bu çocukların İsmâil’i unutmamış olmaları. Birisi, “Maalesef, yaprak sarması kalmadı.” diye hayıflandı. Benim aldıklarımdan İsmâil’in tabağına verdim. (Kendimi de öveyim azıcık. Yaprak sarması götürüp yaprak sarması satın aldım.)

Günün sonuna doğru sokakta yürürken koltuk değnekleriyle yürüyen yaşlı bir amca gördüm. Cebinden çıkardığı şekerleri, komşumun torunlarına verdi.

“Cebinizde her zaman şeker var mı?” diye sordum.

Sesi canlandı: “Her zaman var!”

İçimdeki çocuk kıpraştı. “Bir tâne de bana verin.” dememek için kendimi zor tuttum.

Biz buyuz!