26 Mayıs benim gözümde cüce gölgelerin örtemediği bir Güneş olan Üstat Necip Fazıl’ın ölüm yıldönümü. Rahmet ve minnetle anıyor ve ruhuna Fatihalar gönderiyorum.
Üstat Necip Fazıl, Büyük Doğu mektebi ile Müslüman Türk gençliğinin yoğrulmasında büyük emeği geçen Müslüman bir mütefekkir olmanın yanında büyük şair, edebiyatçı, dava adamı, mutasavvıf vb. özelliklerle bezenmiş çok yönlü bir insandı.
Peki bizler Üstat Necip Fazıl Kısakürek’ten yeterince istifade edebiliyor muyuz? Yoksa sadece ölüm yıldönümlerinde veya siyasi arenalarda şiirlerini kullanmakla mı anıyoruz?
Bu denli çok yönlü bir kişiden hakkıyla istifade edildiğini söylemek hakka karşı haksızlık olur.
Üstattan yeterince istifade edemesek de sevenleri olarak Üstat Necip Fazıl bizim gönlümüzde hala dipdiri ve her zaman şiirleriyle, tefekkür mahsulü eserleriyle, “Büyük Doğu Mektebi” ile yaşıyor.
Neden mi böyle?
Çünkü, Üstad Necip Fazıl, 14. İslâm asrında; İslâm’ın asırlar sonra topyekûn muhasebesini yapmaya çalışmış ve eserleyle, aksiyonuyla yaralarımıza tedavi metodları geliştirmiş bir mütefekkir olmasıdır. Bu anlamda Necip Fazıl bir millete ancak yüzyılda bir nasip olacak fikir ve sanat dehasıdır. Onu ve eserlerini tanımak, gerçekten hayata başka boyutlardan bakmak imkânı verebilecek bir talihtir.
Üstat bir şiirinde şöyle demişti:
“Mevsimler def çalarken cücelere gerdekte,
Devin yalnızlığını sular bestelemekte.”
Benim nazarımda tarif etitği dev bizzat kendisidir. Yaşarken değeri hakkıyla bilinmese de ölümünden sonar o devin yalnızlığını besteleyecek nesillerin bu hakkı yerine getireceğine inanıyorum.
Necip Fazıl bir dava ve aksiyon adamıdır. Kültür ve sanat dünyamıza önce bir şair olarak adımını atan Necip Fazıl, İslam’la tanıştıktan sonar sanatını Allah (cc) yolunda araç olarak kullanmıştır. Bu sebeple inandığı esasların toplum tarafından kabul edilmesi için kendini çok yönlü bir sanatçı olarak ortaya koyma yolunu seçer. Çünkü inandığı esaslar onun edebiyatın her alanında ürünler vermesini ve meydanlara bir eylem adamı olarak katılmasını kendisine bir görev olarak yüklemiştir.
Necip Fazıl kalemini bir cihad aracı olarak kullanarak özellikle inancından dolayı sindirilmiş, ezilmiş, zulmedilmiş, horlanmış Türk toplumuna, inanmanın izzetini taşıma iradesini yeniden hatırlatmış, inancın küllerini yeniden alevlendirerek meydanlara taşımıştır.
Necip Fazıl, her zaman ötelerden gelen bir sesin ilhamıyla konuşmuş, toplumdaki çürüyen değer yargılarını ve tabuları sarsarak yepyeni bir dünya görüşünün sözcüsü olmuştur. Bir imân heyecanıyla İslâmî hareketin estetik ve entelektüel bir seviye kazanmasında öncülüğü vardır.
Necip Fazıl, milletin öz be öz ruh kökünün manevi haritasını maddeye nakşetme metodunu kurmuş, diyalektiğini örmüş, etrafında kütüphane çapında eser vermiş; aynı zamanda aksiyonuna soyunmuş, bir fikir ve aksiyon adamıdır.
Üstat Necip Fazıl, Allah (cc) demenin suç sayıldığı, inanan insanların alabildiğine ezildiği, horlandığı ve aşağılandığı bir dönemde, kalemiyle, bedeniyle, diliyle Allah (cc) demiş, inananların haklarını savunmuş, aşağılanmanın, horlanmanın çirkefliğine dikkat çekmiş ve inananların “en üstün” olduklarını fiilen ispat etmiş bir düşünce ve aksiyon insanıdır. Onun geriye bıraktığı eserlerden yeterince istifade edilemese bile, nerede İslâmi bir hareket varsa, direkt veya endirekt, üzerinde onun gölgesini görmek mümkündür.
Bugün bazı çevreler, Necip Fazıl ile karşılaştırıldığında cüce durumunda olan birçoklarını “şair, yazar, düşünce adamı” sayıp göklere çıkarırken, Necip Fazıl’ın unutturulmaya çalışılmasının altında da, Üstadın bu yönünün yattığı açıktır. Zira Necip Fazıl’ı unutturmak isteyenlerin asıl maksadı, onun şahsında sembolleşen İslâm davasını unutturmaktan başka bir şey değildir.
Necip Fazıl, inandığını yaşamaya çalışan, yaşadığını da yazıya döken bir karaktere sahipti. Bu zaviyeden çevresinde olan veya olmayanlar, meseleye zikredilen açıdan bakmadıkları müddetçe onu hep yanlış tanımış ve farklı değerlendirmelere tabi tutmuşlardır. Hâlbuki Necip Fazıl, bir ayağını Şeriata sımsıkı sabitledikten sonra diğer ayağıyla Batı’yı da Doğu’yu da gezmiş, oralara ait değerlendirmeler yapmış, hükümler vermiş ve bütün bunları yaparken de tek ölçü olarak İslâm’ı almıştır.
Necip Fazıl, çok yönlü bir insan olması hasebiyle sevenleri çok olduğu gibi, az da olsa karşı çıkanlar da olmuştur. Necip Fazıl’a karşı çıkanların fikirlerinin merkezinde tamamıyla ideolojik bağnazlığın yattığı çok açıktır. Zira zihni altyapıları ideolojik bağnazlıkla örülmüş bu kesim Necip Fazıl’ın sanatına daha önce “muhteşem” derken, “fikir değiştirdi” gerekçesiyle sanatını, şiirini ve diğer çalışmalarını görmezlikten gelmeye başlamış ve bugüne kadar da hâlâ bu bağnazlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu çerçevede hareket eden ideolojik bağnazlar sırf Necip Fazıl’ın büyüklüğünü örtmek için vatan hainliğinden başka hiçbir özelliği olmayan ve hayatı mukaddes değerlere sövmekle geçen cüceleri, topluma şair diye yutturmaya çalışmış, adına günler, geceler düzenlenmiş ve değişik ödüller verilmiştir.
Necip Fazıl gibi büyük bir sanatkâr sadece ideolojik bağnazlar tarafından değil, ulus devlet anlayışıyla hadiselere yaklaşanlar tarafından da görmezlikten gelinmiştir. Hâlbuki Necip Fazıl çapında bir şair, yazar, mütefekkir Batı ülkelerinde zuhur etseydi, altından heykeli dikilir, adına enstitüler kurulur ve eserlerinden istifade edebilmek için bütün imkânlar seferber edilirdi. Ancak ne kadar hazindir ki, böyle bir girişim devlet tarafından yapılmadığı gibi, sevenleri tarafından da şimdiye kadar ihmal edilmiştir. Bunu tespit ederken asla bir suçlu arama niyetinde olmadığımız açıktır. Ancak her şeyin adeta kaosa dönüştüğü günümüzde, bizi bu kaos ortamlarından kurtuluşa çıkaracak fikirlerden istifadenin yollarını kapamanın da hiç de iyi niyetle telif edilemeyeceği de ortadadır.
Ne olursa olsun ve kim hangi açıdan değerlendirirse değerlendirsin, mücadelesi, sanatı, fikirleri, aksiyonu ve benzeri yönleriyle Üstat Necip Fazıl, cüce gölgelerin örtemeyeceği kadar parlak bir güneştir.
Üstat Necip Fazıl aldığı İslami terbiye gereği kendisini ifade ederken;
“Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri
"Sadece beyni zonk zonk sızlayanlardan biri.” şeklinde mütevazı cümlelerle tanıtmaya çalışsa da, yaşadığı hayat itibariyle belki de aşılması zor bir çizgide yürüdü ve günü gelince de “İyilerin iyi atlara binip gittiği” âleme göçtü. “Ateşte ve cımbızda” bile olmadığını söylediği fikir çilesini hayatı boyunca çekmeyi bir hayat anlayışı olarak kabul eden Necip Fazıl, yine kendi ifadeleri içerisinde “Fikrin ne fahişesi, ne de zamparası.” olmamış, doğru ve hak bildiği yolda her türlü engeli aşarak tespit ettiği hedefine doğru yol almıştır.
Necip Fazıl da hayatının ilk otuz yılını,
“Tam otuz yıl saatler işlemiş, ben durmuşum” kendi ifadeleri içinde tamamıyla insan fıtratına zıt hareketler içerisinde geçirmiş ve o noktada karşılaştığı mürşidinin yol göstericiliği ile gerçek âleme doğru bir dönüm yaşamıştır.
“Bana yakın gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız.
Tarzında resmettiği bu dönüşün Necip Fazıl’ın hem sanatını, hem de şiirini tesir altına almış ve bundan böyle “Mademki bundan önceki hayat benimdir, onu yaşanmamış sayıyorum” çizgisini net olarak ortaya koymuştur. Bazıları Necip Fazıl’ın bu değişiminin onun sanat ve şiir hayatında fazla bir yer tutmadığını iddia etse de, böylelerine yine en güzel cevabı kendisi vermektedir:
“Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”
Necip Fazıl’ın yaşadığı bu dönüm noktasından önce ona birçok methiyeler dizen ve hayatını “maddenin tezahürlerinden başka bir şey” olmadığına inhisar ettirenler, onun geçirdiği fikrî değişimin ardından aynı erdemi gösterememiş ve ondaki bu hakikati yakalayış hikmetini görmezlikten gelmişlerdir.
Az veya çok Necip Fazıl’la teşrik-i mesai kuranların tespit ettikleri bir nokta vardır ki, o da, “Erişilemeyecek bir zekâ, ihtiraslı bir benlik, engin bir mizah duygusu ve senelerin örsünde dövülüp pişerek nihayet gerçek bir Allah dostunun ana çizgilerine kavuşma noktasında hayata sessizce feda eden müstesna bir şahsiyet” olduğudur. Hayata bakışındaki ölçü ise bir şiirinde şöyle mücessemleşmiştir:
“Efendim, kurtarıcım, müjdecim, Peygamberim.
Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim.”
Necip Fazıl’ın kişiliği hakkındaki orijinal bir noktayı, yıllarca dava arkadaşlığı yapmış Serdengeçti’nin ifadelerinde şöyle görmekteyiz:
“O, kimseye benzemeyen bir adamdı. Şerik kabul etmezdi. Ne onun yükseldiği yere yükselebilir ne de düştüğü noktaya düşebilirsiniz. Sonuna kadar zirve, sonuna kadar derinlik. O noktasız, virgülsüz biri idi. Ne dur bilird,i ne durak.. Ondaki hayata hükmetme hırsı sonsuzdu. Ölürken dahi yaşıyorum diye sesini yükseltecek bir adamdı. Mağlubiyeti asla kabul etmezdi. Kaçırdığı treni bile ifade ederken kovdum gitti diyebilen insandı o...”
Onun mücadeleci hayatını iyi bilenler davasını yaşama ve savunma yolunda nasıl tavizsiz yaşadığına da şahit olmuşlardır. Taşkın sanatkâr tabiatı ve ayrılmamacasına bağlandığı fikir ve düşünceleri sebebiyle birçok kere hapishanelere girmiş, sıkıntılar çekmiş ama davasından taviz vermek aklından dahi geçmemiştir. Bulduğu her fırsat ve zeminde, “Mutlak hakikat Allah’(cc)tır.” diyen Necip Fazıl, bütün istidat ve kabiliyetlerini de bu yolda harcamaktan geri durmamıştır. Kendisine teklif edilen dünyalıkları elinin tersiyle bir kenara itecek kadar davasının aşığı olan Necip Fazıl, hayatının her devrinde de bu tavrını sürdürmüştür.
Yaradılışın sırlı şifresini yakalayıp, insanlığın hizmetine sunmayı en büyük gayelerden biri sayan Üstad’ın ideallerinden biri de “Zaman bendedir ve mekan bana emanettir.” şuurunda bir gençlik yetiştirmekti. Sanatı, şiiri ve benzeri her şeyini İslam yolunda sarf eden Üstadı bu ölüm yıl dönümünde de rahmet, minnet ve dualarla anıyoruz.