Kaç gündür, târih bölümünü seçmeme, Nihad Sâmi Banarlı ve Erol Güngör’ü okumama; Cemil Meriç’le tanışmama vesîle olan Hocam Halûk Dursun hakkında yazmak istiyorum. Başlıyorum, kalıyor. Hakkında yazılanlara bakınca, “Biz ne kadar ikiyüzlü bir milletiz!” diye esef ediyorum.
Halûk Hoca, aslen bir kültür adamıydı; politikacı değildi. Bürokrasideki konumunu eleştirenlerin, arkasından yaka bağır yırtmalarına hayret ediyorum. Amaç, ölüleri hayırla yadetmek mi yoksa adının önündeki bakan yardımcısı ünvanı mı, bilemiyorum.
Ortak tanıdıklarımız, çok üzgün. Adını koyamadıkları, tuhaf bir burukluktan bahsettiler. “Ben söyleyeyim” dedim. “Bulunduğu yerde olmamalıydı. O hocaydı; kültür adamıydı.”
Yazmak istediklerim, tam olarak son konuşmasında saklı. Belki de “Arkamdan dürüstçe bir şeyler yazılsın.” diye bu konuşmayı yaptı. Öyle olmasa da ben, öyle yapacağım.
Hoca, vefâtından önce TYB’nin, “IV. Târihî Roman ve Romanda Târih Bilgi Şöleni”ninde yaptığı açılış konuşmasında, târih anlatımında edebiyatçıların eksikliğinden bahseden Orhan Şâik Gökyay’dan ne kadar etkilendiğini ifâde etmiş.
Bu konudaki samimiyetinin şâhidiyim. Fakülteye başladığımda elime, “Türkçenin Sırları”nı ve Banarlı Hoca’nın diğer kitaplarını tutuşturdu. “İleride anlarsın.” dedi. Târih yazıları yazmaya başladığımda, Balkanlara gittiğimde anladım. Budin Kalesi’nde, Vidin yolunda Tuna’yı seyrederken anladım. Baktım, yanımda hep Banarlı Hoca var. Konuşan benim, anlatan O.
Halûk Hoca, yetiştiği yerler söz konusu olunca ilk sırada Enderun gelirdi. Oradaki sohbetleri bize aktarırken, orada tanıdığı insanlarla da tanıştırdı. Ali İhsan Yurd’u böyle tanıdım. Erol Güngör ve Fethi Gemuhluoğlu’nu, Halûk Hoca’dan öğrendim. Minnettarım. Özellikle de Cemil Meriç için. Birgün evini târif etti. “Gidin, tanışın” dedi. Gidip tanıştık. Hatta haddim olmayarak başucunda kitap okudum.
Bütün bunları öğreten Halûk Hoca’nın bürokrasiye geçtiğini duyduğumda şaşırdım. Kültür adamlığının, hocalığın yanında müsteşarlık, bakan yardımcılığı nedir ki?
Nitekim yine son konuşmasında “Penbe İncili Kaftan’ı okumamız lâzım.” demiş.
Ah Hocam ah! O hikâyedeki Muhsin Çelebi, devleti için ölümü göze alıyor ama ikbâli reddediyordu. “Bu altın kaldırımlı, mîna çiçekli, cenneti andıran nûrânî yolların nihâyetinde dâima kirli bir etek mihrabı bulunduğunu” biliyordu.
“Zamanın devletlileri, mevkilerine hep boyun eğip, el etek hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riyâ ile, tekâpu ile çıktıklarından etraflarına dâima hep bu zelîl mâzilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himâye ettikleri, hep denî riyâkârlar, ahlâksız müdâhinler, nâmussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır. Mert, doğru, izzetinefis sâhibi, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen garez olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmed Paşa niçin hançerlendi, paşam?” diyordu.
Hoca, târih dizilerini de övmüş, son konuşmasında. Yerlerde sürünen târih dizilerini. Oysa eleştirmesi gerekirdi. “Bu ne rezâlet!” demeliydi, bu dizilere danışman olan akademisyenlere. Târih öğrettiği için bu dizileri övüyorsa liselerden târih derslerinin kalkmasına da ses vermeliydi.
Millet Kıraathâneleri’nden de bahsetmiş. Bir bürokrat olarak bahsetmek, övmek zorunda tabii. Enderun’la kıyaslamış. Ah Hocam ah! Nerede Enderun nerede Millet Kıraathâneleri!
Gemuhluoğlu’nu anmadığı konuşması eksik kalırdı. O kadar severdi. Yine bahsetmiş.
Geçen sene Genç Memur-Sen’in Gemuhluoğlu‘nu anmak için düzenlediği programda Gemuhluoğlu’nun “Nâbi Can” dediği Nâbi Avcı’yla birlikte Genç Memur-Sen’e teşekkür etmelerini eleştirmiş; “Gemuhluoğlu hayatta olsa sendikaya giden gençleri de onlara aferin diyenleri de affetmezdi. Belki de pataklardı. “demiştim. Belki de kızmıştır. Kızsa da haklıydım.
Aynı yazımda, “Siyâset çarkı, Nâbi Avcı’yı yükseltti ama Nâbi Can’ı öğüttü, attı.” diye yazmıştım.
Evet siyâset çarkı, kültür adamını öğütür, atar.
Peki çözüm ne?
Rahmetli Âmil Çelebioğlu, asistanlarını seçerken, “Bürokrasiyi, hocalığa tercih etmeyeceksin!” diye söz istermiş. Âmil Hoca, derviş adamdı. Bir bildiği varmış.
Mehmed Niyâzi Özdemir vefat edince arkasından yazdığım satırlar, Halûk Hoca için de geçerli. Onların bedenleri, bu zamandadır; ama ruhları, Orta Asya’dan Adriyatik’e kadar ecdâd diyarlarında dolaşır. Sınırlar, dar gelir. Meriç’i sınır tanımaz; Fırat’ın, Dicle’nin, Aras’ın, niye bizden doğup bize dökülmediğine yanarlar. Karadeniz’den Marmara’ya akan sulardan, Tuna boylarından gelen selâmı alırlar. Gözyaşları, bu nehirlerin sularındandır.
Kalemlerini mürekkebe değil, bu nehirlere batırırlar. Kim olduğumuzu unutmayalım diye, ecdâdımızı unutmayalım diye, târihimizi unutmayalım diye çağlayıp coşarlar.
Halûk’un vedâında içimizi burkan bir şey var. Dürüstçe paylaşmak istedim. Kültür Bakanı Yardımcısı ünvânının benim için hiçbir değeri yok. Halûk Hoca, keşki çok sevdiği Erol Güngör’ün, “Aydınlar, siyâset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmalı” nasîhatini dinleseydi.
Güle güle Hocam! Mekânınız cennet olsun! Sizden evvel gidenlere selâm söyleyin!
İyi biliyorum ki ölmek değil, canınız kadar sevdiğiniz vatanınızdan ayrılmak zor gelmiştir.