Bizim köyde, “görmüş evin kedisi” diye bir söz vardır. Elde ettiği bir mürrüvveti sâkince karşılayan için kullanılır. Aşırı sevinene ise “görmemiş evin kedisi” derler. Millet Bahçesi projesine bir kısım görmemişlerin yaklaşımı, bana bunu hatırlattı. Daha doğrusu, yalakalık yapayım derken çam deviren köşe yazarları, böyle düşündürdü. Sanırsınız, İstanbul’da hiç yeşil alan yok. Millet, yeşili, AK Parti’nin millet bahçesi sâyesinde görecek.

“Yaşasın bizim de Central Parkımız olacak” diye sevinmek, nasıl bir görmemişlik, nasıl bir cehâlettir? Ecdâdımız cennet bahçeleri ihdâs ederken Avrupa, pislik içinde yaşıyordu. Millet Bahçesi, çok güzel bir proje ama yeni bir şey değil. Aynı isimle Osmanlı’da da vardı.

Bugün Batılıların övündükleri parkların menşei Asya’dır. Çinliler, bahçecilikte çok ileriydiler. Babil’in Asma Bahçeleri, dünyânın yedi hârikasındandır.

Avrupa’da bahçe merâkı, Arap Yarımadası’ndan Yunanistan’a göçen kavimler sâyesinde ortaya çıktı. Milâttan bir asır kadar önce İmparator Kukos, Asya’da gördüğü bahçelerden etkilenerek İtalya’da bahçeler yaptı. Bu bahçeler, zamanla ehil olmayanların elinde kaybolup giderken İspanya vahşeti de Endülüs bahçelerini târumâr etti.

Abbâsîlerin Bağdad bahçeleri, başlıbaşına bir medeniyet eseriydi.

Haçlı seferlerinde medeniyetle tanışan Avrupalılar, bağ bahçenin ne demek olduğunu da yakından gördüler. Zamanla kendi tarzlarını oluşturarak Fransız tarzı, İngiliz tarzı bahçeler ve parklar inşâ ettiler.

Avrupa’daki büyük parkların târihî geçmişi böyle.

Millet Bahçesi’ne geçmeden evvel İstanbul’daki mesîre kültüründen de kısaca bahsetmek yerinde olacak.

“Konstantiniyye muhakkak fetholunacaktır.” müjdesini ve “İslâmbol’u al, gülzâr eyle” dede nasihatini alan Mehemmed Han, fetihten sonra bu güzel şehre “belde-i tayyibe” saygısı gösterdi ve gülzâr eyledi. Yerlere tükürülmesine kadar tedbir aldı

Fâtih’in, kendi gözünden sakındığı bu zümrüt şehrin surları dışında muhteşem bağlar bahçeler kuruldu.

İstanbul’da Lâle Devri’yle birlikte bir mesîre kültürü oluşmaya başladı. Dinlenmek ve eğlenmek için gidilen kır alanlarına mesîre; buralara gitmeye de mesîreye çıkmak denirdi. Bahar geldiği zaman halk, mesîre yerlerine akın ederdi. Seyrângâh, tenezzühgâh, teferrücgâh da denilen mesîre yerleri, gezmek ve yemek içmekten daha derin anlamlar ihtivâ ediyordu. Kendine mahsûs bir kültürü, âdâb-ı muâşereti vardı. Câmi, ev, çarşı arasında yaşayan halkın dışarı gitme, rahatlama ihtiyacını karşılar; toplumun farklı kesimlerini kaynaştırırdı. Mesîre geleneği, yiyecekten giyime, âdâb-ı muâşeretten devlet geleneğine kadar birçok konuda Osmanlı toplumunu ifâde ediyordu.

Halkın yaptığı mesîreler hâricinde esnâf ve talebeler de mesîreye çıkardı. Çıraklar, peştemal kuşanır; esnaf arasında meslekî tecrübeler paylaşılırdı. Zaman zaman pâdişâhlar da mesîre alanlarını tören amaçlı kullandılar. Şehzâde Murad ve Hamid efendilerin sünnet düğünü ve Âdile Sultan’ın düğünü, Haydarpaşa Çayırı’nda yapıldı.

Batılı gezginler, mesîre yerlerinden hayranlıkla bahsettiler. Onlara göre buralarda, “medeniyetin bozmadığı doğal Türk karakteri” vardı. Hiçbir şey, tabiatla başbaşa olmak kadar Türklerin benliğini ortaya koyamazdı. Avrupa’daki sürekli koşuşturma, buralarda görülmezdi. Bir Müslümanın sevinmesi için parlak gökyüzü, sâkin atmosfer, şirin manzara yeterliydi. Ağaçların gölgesinde yumuşak çimenlerde oturmak, nargileden hafif uyuşturan dumanı içine çekmek, hiçbir şeye dikkat etmeyerek, derede veya çeşmede akan suyun sesiyle derin düşüncelere dalmak yeterince keyifliydi. Bu sessiz gezintilerin yanında hareketli olanlar da vardı. Güreş, cirt gibi spor faaliyetlerini halk da seyreder, heyecanlanırdı.

Gelelim, millet bahçelerine..

Pâdişâhın ve devlet adamlarının muhteşem bahçeleri vardı. Evliya Çelebi, Seyahatnâmesi’nde bunlardan ayrıntılı olarak bahseder.

Umûmî bahçeler ise ilk defa Abdülaziz Han zamanında, “millet bahçesi” adıyla kuruldu. İlki, 1865 târihli Taksim Millet Bahçesi’dir. Mayıs ayında halk, bu bahçeye süt içmeğe gider; Boğaz’ın gümüş renkli sularını ve iki tarafındaki zümrüt bahçeleri seyrederdi.

Taksim’den üç sene sonra Üsküdar’da Sarıkaya Millet Bahçesi kuruldu. Bunları, küçük de olsa Sultanahmed Millet Bahçesi, Tepebaşı Millet Bahçesi izledi.

1311’de yeni bir park-bahçe devri başladı. Gülhâne Parkı, Mahmud Şevket Paşa Parkı, Fâtih Parkı, Sultanahmed Parkı, bu devrin eserleridir.

Fakat parklar artarken ihmâl edilen bir şey vardı. İlim ve fen kısmı. Doğru dürüst modern bahçe mühendislerimiz yoktu. Olanların sözü geçmediği gibi bir de askere gitmeleri gerekti. Memleketin evlâdı cephede savaşırken o güzelim bahçeler, Ortaköylü Koh Birâderler’e kaldı. Koh Birâderler, meydanı boş bulunca saray bahçelerine bile dadandılar. Dertleri para olduğu için bir fidan dikilecek yere on fidan sattılar. Öyle ki ağaçlar büyüdükçe söküp seyreltmek gerekti. Böylece bahçe ve parklardaki millî estetik kayboldu.

Şu örnek bile durumu yeterince açıklıyor: Sultanahmed Câmii, Ticâret ve Nâfia Nezâreti ve Defter-i Hâkânî binâsı arasındaki meydana, Eyfel Kulesi altındaki Champ de Maras bahçelerinin âdi bir modeli yapıldı.

Millet bahçelerinin kısa bir özetini vermeye çalıştım. (Cumhuriyet dönemindeki park meselesi ayrı bir konu)

Dilerim, Yeşilköy’e yapılacak Millet Bahçesi, Koh Birâderler’i aratmayan müteahhitlerin insâfına terk edilmez. Dilerim, bir fidan yerine on fidan dikilerek kâr peşine düşülmez.

Millet Bahçesi, kadîm bahçe kültürümüze hâkim Beşir Ayvazoğlu gibi kültür adamlarının danışmanlığında, millî hassâsiyetlerimiz, ağaçlarımız, çiçeklerimiz gözetilerek düzenlenmeli ve tezyin edilmelidir.

Böyle olmazsa “ihânet” edilen İstanbul’dan özür dilenirken ikinci ihânet gerçekleşir.

ZENCİ FATMA KADIN

Abdülaziz Han zamanında Beykoz köyü bataklıktı. Abdülaziz Han’ın Beykoz’a gittiği bir gün, köy ahâlisinden Zenci Fatma Kadın, pâdişâhın arabasının önüne yatarak köyünü kurtarmasını istedi. Bunun üzerine Hünkâr’ın emriyle Beykoz’a çınar ağaçları dikildi.

Millet Bahçesi’ne Zenci Fatma Kadın’ın adı verilsin. Çünkü bu kadının eylemi, dünyâdaki ilk çevreci eylemdir.

Not: Bu yazıyı, ”Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine Cevat Rüştü’den bir Güldeste” kitabından faydalanarak yazdım. (Kitabı yayına hazırlayan: N. Hikmet Polat)