Anlaşıldı Prenses hazretleri, yazılarımı tâkiptesin. O hâlde iyi oku! Bugünki dersini yazının sonunda vereceğim.
Prenses’i boşuna demedim. Ahmet Altan takmıştı bu ünvânı değil mi? Adam, işin kurdu. Kimi nasıl yıkayıp yağlayacağını, kullanacağını çok iyi biliyor. Yirmili yaşlardaki taşra kökenli, çabuk parlamak isteyen bir genç kıza, bir anda beyaz Türkler arasında yer açıp “prenses” deyince kaleminden neler döküleceğini iyi hesaplamış.
Hasıraltı diye başlamıştın. Kendi mahallendeki yanlışları hasıraltı etmeyecektin. O kadar inanmıştın ki Türkiye’nin Emile Zola’sına, söz verdiğin şeyleri yaparken Türk düşmanlığı yaptığını; Kürt ve Ermeni tezlerine hizmet ettiğini anlamadın bile.
Şimdi Kayı boyuna bağlamaya çalışarak övündüğün Türklüğün, o zamanlar öne çıkmaması gereken bir özellikti. Zâten dersânelerin kuytu köşelerinde öğrettikleri o garâbet din anlayışında da Türk kültürüne yer yoktu. Nihat Genç’in güzel bir tesbiti var. “Yeni nesil İslâmcılara Yunus Emre’den bir mısrâ söylesen arkasını getiremezler.” diyor. Çok haklı. Bilmem kaç diliniz, doktoranız, Amerikalı şarkıcı dostlarınız falan var ama kendi kültürünüze Fransızsınız.
Mahallene döndüğünde gün gelip de prensesi olduğun Taraf gazetesine, içinden çıktığın cemaatine sayıp söveceğin günlerin geleceğini sen de bilemezdin. Zâten protokolün ve uçmanın tadına da varmıştın. Artık bunlar ne gerektiriyorsa onu yapacaktın.
Ama geçmiş, insanın yakasını asla bırakmaz. Sen bıraksan da bırakmaz. Nitekim bırakmadı da.
İşin fetö kısmını geçtim. Bu memlekette çok az insan onlardan uzak kalabildi. “Kandırıldık” dersin biter.
Ama şu Türk kütürüne, Türk târihine olan mesâfen yok mu? Onu düzeltirken devirdiğin çamları yazmak lâzım.
Türkçülüğe soyunduğun ve bir zamanlar dil uzattığın şehidlerimizden yana olamaya başladığında, “Nasıl olur da her 24-25 Nisan’da Ermeni soykırımından bahseden Hrant âbisini anan bir yazar, nasıl olur da bir kerecik olsun Çanakkale şehidlerine “masalsı anlatım” der?” diye sormuştum.
Yazılarının içine ustaca (!) yerleştirdiğin 57. Alay cümleleriyle bu işin olduğunu mu sanıyorsun? Öyle olmuyor kızım! Yâni yazmakla olmuyor. Dünyânın her tarafına giden ayakların, Çanakkale’ye de gitmesi gerekiyor.
Senin mâceraların yaz yaz bitmez. Sâdede geleyim.
Devlet Bahçeli, meşhûr listesine seni de koyduğu için teşekkür ettiğimde şöyle bir cümle vardı:
“Son zamanlarda “Türküm” diyerek milliyetçilik yazıları döşeyen; ama bugüne kadarki yazılarında tek bir kere Malazgirt’i, İstanbul’un fethini ve daha nice zaferlerimizi kutlamaya kalemi varmayan”
Evet, yazılarında bu kelimelerden, zaferlerden hiç bahsetmedin. O hâlde bir yerlere yerleştirmek, ne kadar Türk milliyetçisi olduğunu ispat etmek lâzım değil mi? Belli olmaz, birgün Ortadoğu yazarları bile asena muâmelesi yapabilirler.
Ama emin ol, işi bilenler gülerler. Nitekim yine çuvallamışsın, komik olmuşsun.
15 Temmuz’dan bahsederken, “Malazgirt, sanki dün gibiydi o gece. İstanbul yeniden fethedildi.” diye yazmışsın.
Malazgirtle İstanbul’un fethiyle 15 Temmuz’un ne alâkası var? Birisi, Anadolu’nun kapılarını açan meydan savaşı; diğeri, bir fetih. Yâni ikisi de yurt savunması değil; yurt edinme, fethetme mücâdelesi. Yâni Viyana öncesi.
15 Temmuz Viyana sonrası bir darbe ve işgâl girişimi.
Muhtemelen, Malazgirt hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Dersânelerin kuytularında, Emile Zola’nın rahle-i tedrisinde Malazgirt ve İstanbul sevgisi verilmez. Onlara göre Haçlılar, yâni Bizans tarafı, iyi taraftır.
Asena olmak, prenses olmak kadar kolay değil. Malazgirt’e kadar gittin ama orada bitmiyor. Daha bunun Karahanlısı, Gaznelisi, Uygur’u, Göktürk’ü, Hun’u var.
Korkarım ki bu gidişle Kürşad İhtilâli’nden de bahsedeceksin.
Aman diyeyim, önce biraz araştır!