Sorgulama yeteneğini yitiren toplumlar kandırılmaya, aldatılmaya her zaman açıktır. Bu açıdan bizi yoktan yaratan Allah (cc), Kerim kitabında, “Aklınızı çalıştırın, tefekkür adın, düşünün, derin araştırmalar yapın, kimse sizi Allah ile aldatmasın” şeklinde ikaz eden ayetler göndermiştir.
Araştırmayan toplumlar ve fertler cehalet karanlığında sürünmeye ve başkaları tarafından sömürülmeye mahkûmdur. Cehalet; tüm cahil bireylerin, ailelerin, halkların, kurumların, toplumların ve ülkelerin ortak acısı, kötülük ve az gelişmişlik nedeni, kaynağı ya da bataklığıdır. Bu bataklık iman, akıl ve ilim ilaçlarıyla kurutulmazsa toplumlar ve bireyler şer ve kötülük odaklarına karşı hep savunmasız kalırlar.
Geleceğini garantiye almak isteyen toplumlar öncelikle fertlerini iman, akıl ve ilim önderliğinde sorgulayıcı bir zihniyete sahip kılmak zorundadır. Bireyler aydınlanmadan ailelerin, toplumu ayakta tutan kurumların ve ülkelerin aydınlığa çıkması da imkânsızdır.
Sorgulamadan inananlar zihni alt yapılarında aldatılmaya sebep olacak açık kapı bırakmış demektir. Açık bırakılan her kapıdan giren başta Şeytan olmak üzere insi ve cinni şerirlerdir. Bu açıdan aklını kullanarak inanan her insan, “Allah’ım. İnsi ve cinni şeytanlardan Sana sığınırım.” Diye dua ederler.
Tarih boyunca sorgulamadan inanan, her söylenene kanan fert ve toplumların büyük bedeller ödediğine şahit oluyoruz. Sorgulamadan inanan Hasan Sabbah’ın müritleri yaşadıkları dönemde kendilerini helak ederken, günümüzde de sorgulamadan FETÖ denen şeytani yapıya inananlar hem dünyalarını hem de ahiretlerini berbat etmişlerdir. “Kandırıcılar sizi Allah ile aldatmasın.” İlahi ikazını görmezden gelenler tarih boyunca din üzerinden aldatılmışlar ve büyük zararlara uğramışlardır.
Ne yazık ki doğu toplumları sorgulamadan inanmaya yatkındırlar. Önlerindeki her insanın doğru olduğu hüsn-ü zannı ile hareket ettikleri için onlar ne söylerlerse inanmayı kendilerine ilke olarak kabul etmişlerdir. Hâlbuki Rabbimiz sorgulamadan iman etmeyi bile kabul etmemiş, imanın akıl ve ilim ve vahiy denklemine oturması halinde daha makbul olacağını bildirmiştir.
İslam araştırarak, sorgulayarak sağlama bağlanan bir tahkiki imanı telkin eder. Tahkik yapılmadan inananların değişik zaman ve zeminlerde kandırılmaya müsait hale getirilmeleri daima mümkündür. Bu açıdan taklidi iman makbul görülmemiştir.
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayeti bunun en çarpıcı örneğidir.
Ne acıdır ki biz Müslümanların tarihi sorgulamadan inanılan nice hadiseler yüzünden büyük acılar yaşamışlardır. Bunlardan biri “Mehdi ve Mesih” beklentisidir. Kur’an ve Resulden referans alması asla mümkün olmayan Mehdi’nin gelmesi ve İsa’nın yeniden inmesi inancı sebebiyle tarih boyunca ortaya çıkan nice olaylar yüzünden on binlerce Müslümanı hayatını kaybetmiştir.
Sorgulamadan inanılan meselelerden biri de Resulullah’a (sav) atılan hadis uydurmalarıdır. Resulullah’tan sonra ortaya çıkan bazı akımlar kendi siyasi, ekonomik, hukuki, ailevi vb. konumlarını sağlama almak için Resulullah adına öyle çok söz uydurdular ki, zamanın âlimleri bu uydurmaları elemek için kendilerine göre sistemler geliştirmişlerdir. Ancak kurdukları sistemlerin tam başarılı olduğunu söylemek hakka karşı haksızlık olur. Bu açıdan günümüze kadar gelen rivayet kitaplarında akla, ilme, mantığa ve Kur’an’a uymayan nice uydurmalar “Hadis” adı altında pazarlanmakta ve Resulullah’a açık biçimde iftira atılmaktadır. Hatta bazıları daha da ileri giderek uydurdukları rivayetlerin Kur’an ile çelişmesi durumunda ayetlerin tevil edilerek baypas edilmesini kendilerine ilke olarak seçmişlerdir.
Yine bu çerçevede, “Allah Resulü Kur’an’a zıt şeyler söylemez. Eğer rivayet edicisi sağlam dahi olsa metni Kur’an’a zıt bir söz varsa bu asla Resulullah’a ait olamaz.” Diyen İmam-ı Azam, kendilerine Ehl-i Hadis diye tarif eden bir kısım kişiler tarafından “Güvenilmez adam, kâfir, tövbeye davet edilip gelmeyen kişi, Mürcie, vs.” şeklinde suçlamalar yaparak onu hapishanelerde şehit etmişlerdir. Bunları günümüzdeki temsilcileri de uydurdukları rivayetlerle adeta Kur’an’a paralel bir din meydana getirmiş, Kur’an bütün hükümleriyle ortada iken oluşturdukları rivayetlerle neredeyse Kur’an’ın yarıdan fazlasını devre dışı bırakmışlardır.
Kelime-i Şahadette de söylediğimiz gibi Resulullah (sav) Allah(cc)’ın önce kulu, sonra kullar içinden seçilmiş elçisi iken “Yüceltmeci Resul” anlayışı ile bir kısım müfritler haşa Resulullah’ı Allah’ın ortağı yapma girişiminde bulunmuş ve işi haşa “Muhammed eşittir Allah” demeye kadar götürmüşlerdir.
Hâlbuki Resulullah’ın misyonu ve görevi Kur’an’da açık biçimde belirtilmiştir.
“De ki: Ben resullerinin ilki değilim ve onlar gibi ben de bana da size de ne olacağını bilemem, sadece bana vahyolunana uyarım. Çünkü ben sadece açık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf, 9)
“Ben Allah’ın resullerinin ilki değilim” ifadesi, Resulullah’ın da diğerleri gibi sadece bir elçi olduğunu, kendisinden önce nice elçilerin gelip geçtiğini ve dolaysıyla bu işi kendisinin başlatmadığını, elçilik bakımından da diğer Resullerden bir farkının bulunmadığını anlatmaktadır.
“Ben, bana da size de ne olacağını bilemem” söylemi de, “Ben de sizin gibi bir insanım. Ne kendime ne de size ne olacağını asla bilemem. Gaybi bilmem ve gelecekten de haber veremem: Ben sadece Allah’ın bana bildirdiği kadarını bilebilirim.” demektir.
“Ben sadece bana vahyolunana uyarım.” Demenin anlamları da şöyledir:
“Ben yalnızca Allah’ın koyduğu sınırları gösteririm, kendime göre sınır getiremem. Sırat-ı Müstakim-i tanıtırım fakat yol yapamam. Rabbimin belirlediği hükümleri anlatırım ama kafamdan hüküm veremem. İlahi kanunları söylerim ama kanun koyamam. Şeriatı tebliğ ederim ancak şeriat ihdas edemem. Her konuda görüşümü söylerim ama vahiy ile çelişen hiçbir şey asla söyleyemem.”
“De ki “Ben de tıpkı sizin gibi insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunmaktadır…”. (Kehf, 110)
“Ey Resul! Rabbinden sana ne indirilmişse onu tebliğ et. Tebliğ etmezsen görevini yapmamış olursun. ” (Maide, 67)
“O (Resul), Bize karşı bir takım sözler uydursaydı, onu kıskıvrak yakalar, şah damarını koparırdık. İçinizden hiç biri de bunun önüne geçemezdi.” (Hakka, 44–47)
Allah (cc), kendi sözlerini bize sadece resulleri aracılığıyla bildirdiği yani resulün sözü Allah’ın sözü olduğu için resulün helal kıldığı Allah’ın helal kıldığı, haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah, kendilerine kitap verilenlerden kesin söz aldığında ‘Bu Kitabı insanlara açık açık anlatacaksınız, asla gizlemeyeceksiniz!’ dedi. Verdikleri sözü göz ardı ettiler ve karşılığında geçici bir bedel aldılar. Aldıkları o şey, ne kötüdür.” (Al-i İmran, 187)
“Muhammed, içinizden hiçbir erkeğin babası değildir. Fakat o Allah’ın Resulü ve elçilerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkiyle bilmektedir”. (Ahzab, 40)
“O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara ayetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek bir elçi göndermiştir. Oysa onlar, daha önce apaçık bir şaşkınlık ve sapıklık içindeydiler.” (Cuma, 2)
De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu hususunda vahiy iniyor. Artık O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Allah’a ortak koşanların vay hâline!” (Fussilet, 6)
“İndirgemeci Resul” anlayışı nasıl Resulullah’ı hayattan tecrit ederek Kur’an dışı bir anlayış ise, “Yüceltmeci Resul” anlayışı da Resul adına iftiralar atılarak Kur’an’ın yüklediği misyonun ötesinde bir kimlik kazandırmaktır ve bu da birincisi kadar tehlikelidir.
Kur’an’a inananlar oradaki Resul’e de inanmak zorundadır. Birilerinin Kur’an dışı Resul nitelemeleri kendi itikatlarının bozukluğundan başka bir şey değildir.
Resulullah’a “Yüceltmeci Resul” anlayışıyla yaklaşan gelenekçiler ve tasavvufçular O bir insan iken O’nu nurdan yaratmış, “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” Diye uydurulan ifadelere ek olarak da Resulü haşa Allah ile eşitleyerek, “İmam Rabbani’nin dediği gibi derim: Muhammed eşittir Allah” deme akılsızlığını göstermişlerdir.
Yüceltmeci Resul anlayışının en çarpıcı örneklerinden biri de “Mevlit” diye meşhur olan Süleyman Çelebi’ye ait şiirdir. Resulün yüceltilmesi adına ortaya konan bu şiir zamanla öyle kutsandı ki, artık çocukların sünnet merasimlerinde de, evliliklerde de, askere giderlerin ardından da, ölenlerin arkasından da okunmaya başlanmış ve halk arasında Kur’an’dan daha önemli bir mevkie yerleşmiştir. Öyle ki bu şiiri okuyan “Mevlithanlar” türemiş, bu şiiri okuduğundan dolayı bir bedel alınmazsa ölenin, sünnet edilenin, askere gidenin vs. sevapları kabul olmazmış gibi bir anlayışın yerleşmesine sebep olmuştur.
Hıristiyanların Hz. İsa’yı yüceltmelerine bir tepki olarak Hz. Muhammed’i yüceltme yarışına giren Mevlit bu anlamda sadece bir şiir iken günümüz Müslümanları onu bir ibadet haline dönüştürmüşlerdir. Sanki farzmış gibi bir ibadet haline dönüştürülen Süleyman Çelebi’nin yazdıklarını dinleyen ve okuyan hiçbir Müslüman bana günah değmedi diyemez. Çünkü şiirin metninde açık biçimde Kur’an ayetlerine ters ifadeler fazlaca mevcuttur. Ne yazık ki bir şiirle oluşturulan Resul profili Kur’an’daki gerçek Resul profilini zihinlerden silerek yerine yerleşmiştir.
Mevlitler de oluşturulan Resul imajı, “Kur’an’daki Gerçek Resul” tasavvurunu yok etmektedir.
Şiir artık camilerde icra edilen, Diyanet tarafından kutsanan bir ibadet haline dönüştürülmüştür. Şiirde geçen, “Geldi bir akkuş kanadıyla revan, arkamı sığadı kuvvetle heman…’ derken ayağa kalkılır, bir ibadet neşvesi içinde kıbleye dönüp, el-pençe divana durulur. Güya Resulullah’a “Hoş Geldin” denir. O sırada birisi kazara ayağı kalkmazsa neredeyse dinden çıkmış olur. Bir şiir okuma âdeti bu vesile ile ibadete dönüşmekte ve inanç haline gelmektedir.
Aslında Süleyman Çelebi’nin yazdığı iddia edilen şiirin orijinal nüshası da yoktur. İçinde İslam’ın tevhit inancına zıt bir sürü ifadeler kimler tarafından yerleştirildiği de tartışılmalıdır. Bu İslam inancına zıt ifadelerin Süleyman Çelebi tarafından mı, yoksa sonradan mı şiirin içine yerleştirildiği de bilinmemektedir.
Mevlit isimli şiirin içinde geçen ve Resulullah’ın Allah’ın nurundan yaratıldığı anlamına gelen ve tamamen Kur’an’a aykırı olan “Nur-u Muhammedi” inancı, Resulullah’ın aşırı derecede Kur’an’a zıt şekilde yüceltilmesidir. Kur’an açık biçimde eşyanın varlığını kabul ederken eşyanın varlığını yok sayan ve Muhittin Arabi tarafından sistematize edilen “Vahdet-i vücut felsefesi” gibi inanç ilkeleri Mevlit isimli şiirin içinde çoktur.
Şiir “Seyyid-i Kâinat” yani Resulullah için “Kâinatın Efendisi” ifadesi ile başlar. Bu kavram Kur’an’dan referans alamaz. Burada Resul ilahlaştırılmakta ve kendisine haşa Allah’ın bir sıfatı giydirilmektedir. “Âlemlerin Rabbi, Efendisi” sadece Allah’tır. Bir elçi / Resul olan Muhammed ise Kur’an’ın ifadesiyle insanlardan bir insan, kul ve kullar arasından seçilerek Nebilik ile vasıflandırılan kişidir. Doğmuş, büyümüş, 40 yaşına gelince Resul olma vazifesi verilmiş ve 63 yaşında verilen vazifeyi hakkıyla tamamlayarak her fani gibi gerçek âleme göçmüştür. Bir beşer olan Resulullah’ı, “Kâinatın efendisi” yapmak aslında zihniyette Hıristiyanlaşmak ve Yahudileşmektir. Zira Hıristiyanlar bir Resul olan Hz. İsa’yı yücelterek teslis inancı ile ilah yapmış, aynı yanlışı Yahudiler de Hz. Üzeyir hakkında icra etmişler ve O’nu ilah yapmışlardır. Hıristiyanlar Hz. İsa hakkında, “Mesih Kralımızdır! En yüce Olan’dır O! Tüm kâinatın Efendisi’dir, Rabbidir, Kurtarıcısıdır!” diyerek haddi aşmış ve Kur’an’ın ifadesiyle sapıklardan olmuşlardır.
Süleyman Çelebinin şiirinde Resulullah’ı överken kullanılan;
“Onun aşkına döner kâinat,
Derde derman Merhaba,
Merhaba Ey can-ı bâkî (ölümsüz can),
Ey has-ı mahbûb-u Celil (Ey celil olan Allah’ın özel Sevgilisi),
Senin için oldu kevn-ü mekân,
Ya habiballah bize imdat kıl.” Şeklindeki ifadelerin hiçbiri Kur’an’dan referans alamazlar.
Şiirin Miraç bahsinde de haşa Allah’ı kuluna âşık ettirmiştir:
“Gel, Habibim ben sana âşık olmuşam,
Cümle halkı sana bende kılmışam.”
“Ben sana âşık olunca Ey Latîf,
Senin olmaz mı dû âlem Ey Şerif.”
Bu tür inanışlar Vahdet-i Vücut felsefesinin şiirlere bir inanç olarak yansımasıdır. Mabut olan Allah’ın mahlûku olan bir kuluna âşık olması, ona sevgilim diye hitap etmesi, bu aşktan dolayı tüm mahlûkatı sevgilisine köle yapması. Vs. Kur’an açısından kabul edilebilecek inançlar olamaz. Galiba Süleyman Çelebi şiirinin başına gelecekleri ferasetiyle görmüş olmalı ki, şu sözü de şiirine eklemiştir:
“Birdür ol birliğine şek yok durur,
Gerçi yanlış söyleyenler çok durur.”
Mevlit şiirini baştan sona incelediğimizde yanlış söyleyenlerin çok olduğunu görürüz. Başta Allah’a, sonra da Resule atılan iftiralarla dolu olan Mevlit isimli şiirden bu dünyada menfaat elde eden galiba sadece yanık yanık şiiri okuyan mevlithanlar olmuştur.
Mevlit isimli şiiri okuyup sevap kazanacağını zanneden bir topluma Kur’an’ı hakikatleri anlatmanın zorluğu ortadadır. Biz “Allah Kur’an’da Resullerin yüceltilerek ilah haline getirilmesini şirk sayıyor.” Deyip onlarca ayeti söylerken birileri de yazılan Mevlit şiirini, Miraciyeleri vs. delil göstererek güya savunma yapmaktadırlar.
Mevlit şiirini ölünün arkasından okuyup, ölüye faydası olacağını zannedenlere bu itikatları telkin edenler ne yazık ki din adamı kılıklı insanlar olmaktadır. Yine ne yazık ki bu şiiri tegannilerle uzatarak okuyan mevlithanları ise işin sadece okuduklarından ne kadar para kazanacakları ilgilenmektedir.
Mevlit isimli şiir Hz. Muhammed’i Kur’an’daki misyonundan uzaklaştırarak yüceltmekte ve hatta Allah ile ortak haline getirmektedir. Hâlbuki Kur’an Resuller arasında ayrım yapılmamasını açık biçimde emretmektedir:
“Bu elçi, Rabbinden kendine indirilen her şeye inanıp güvenmiştir, müminler de öyle! Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inanıp güvenir. “O’NUN ELÇİLERİ ARASINDA AYIRIM YAPMAYIZ.” derler.”(Bakara, 285)
Mevlit şiirinde geçen bazı metinlerin ne Kur’an’da ne Resulün hayatında ne de Sahabelerin sözlerinde asla mevcut değildir. Resulullah’ın doğum tarihi konusunda bile anlaşılamamışken onun doğumu sırasında hurilerin gelerek annesine bir cam dolusu şerbet sunması tamamıyla uydurma bir metindir. Yine Resulullah’ın annesinin evinin melekler tarafından tavaf edildiğini kim görmüştür?
Bütün bunların ne zararı var?” anlayışı dinin ne olduğunu bilmeyenlerin cahilce sarf ettikleri ifadeden öteye gitmez. Dinin koyucusu Allah’tır. İbadetleri sadece Allah koyar. Yapmamız gereken farz ibadetler de Kur’an’da açık biçimde belirtilmiştir. Bunun dışında ibadet ihdas etmek en azından Allah’ın iradesine karışmaktır ve akılsızlıktan başka bir şey değildir.
Mevlit şiiri etrafında ekonomik bir rant alanı meydana getirildiği açıktır. Mevlit isimli şiirden başta mevlithanlar, şekerciler, gül suyu satanlar, lokumcular vs. bol para kazanmaktadır. Ancak ruhuna okutulan Mevlit isimli şiirden tek istifade edemeyen ölülerdir.
Çocuklar sünnet edilirken mevlit isimli şiir niçin okunur?
Birisi askere giderken Mevlit isimli şiir niçin okunur?
Ölünün arkasından mevlit şiiri niçin okunur?
Evlenen kiler için mevlit şiiri niçin okunur?
Bunları ibadet sayarak yapanlar tam anlamıyla bidat olan bir âdeti ibadet haline getirilmiştir. Malum bidat, adetlerin ibadet haline getirilmesi, ibadetlerin de adet haline dönüştürülmüştür. Mevlit şiiri camilerde okuna okuna artık bir ibadet olarak algılanmaktadır. Ölünün arkasından okutulmayan mevlit ölünün ruhunu rahatsız edeceğine dair onlarca rivayet de uydurulmuştur.
Kur’an’da adı geçen Lat, Menat, Uzza gibi putların daha önceki toplumların önde gelen kişiler olduğu bilinmektedir. Zamanla kutsanan bu kişiler tapılacak put haline dönüştürülmüştür. Mevlit gibi şiirler de zamanla kutsanmış ve şu anda toplumun kahır ekseriyeti tarafından farz ibadetlerden daha fazla önemsenir hale getirilmiştir.
Allah (cc), “Dininizi Allah’a has kılarak ibadet edin.” Diye buyururken insanların ibadetleri Kur’an dışında oluşturmaları tam anlamıyla şirktir ve Kur’an’da Allah tarafından affedilmeyecek en büyük günahın şirk olduğu vurgulanmaktadır.
Son olarak diyorum ki; şiirleri, bidatları ibadet olarak algılamaktan vazgeçmenin tek ilacı Kur’an’ı hayatımızın merkezine yerleştirmektir. Bundan başka ol bilmiyorum.