Hani masallarda denir ya... Biri varmış, biri yokmuş, ama çok uzun zaman önce ve bizden çok uzaklarda bir memleket varmış. O memlekette insanlar mesut, siyasiler dürüst, yöneticiler de adaletli imişler. Bileceğiniz, orada ne ülkenin var devletini kendi malı olarak gören zalim padişahlar, ne halkına köle muamelesi yapan idareciler, ne de halkının gözüne baka-baka onları kandıran siyasiler varmış.
Kim bilir, belki Farabi’nin hayal ettiği o uzak ülke misali. Thomas More’in ütopisini kurguladığı bir diyar örneği. Yahut Tomasso Campanella’nin “Güneş Ülkesi” olarak özlemini duyduğu bir memleketin benzeri. Belki de bunların hiç biri değil, Kaf dağının diğer yüzünde, veya ismi bile duyulmamış denizlerin kıyılarında, ama insanları mesut, yöneticileri de adaletli olan bir dünya.
İşte, o eski zamanlarda ve o uzak dünyada yaşayan bir genç “hayatın manası, yaşamın anlamı nedir” gibi sorulara takmış kafayı. Sormuş, soruşturmuş ama aldığı cevaplardan memnun kalmamış bir türlü. Kasabalar dolaşmış, köyler gezmiş, ama her şey nafile. Umudunu kaybedip, bu sevdadan vazgeçecekmiş ki, köylülerden birisi “Şu karşı dağın o bir yüzünde yaşlı bir bilge yaşıyor, yapayalnız. Belki o senin sorularına cevap bulur” der genç adama.
Böylece, zorlu bir yolculuğun sonunda ulaşmış bilgenin huzuruna genç adam. Ve sormuş sorularını. Yaşlı bilge ise “Sorularını cevaplarım ama önce seni imtihan etmem gerekiyor” demiş delikanlıya.
Sonra da eline bir çay kaşığı verip, içini zeytinyağı ile doldurmuş ve “Şimdi burada 7 oda var, bütün odaları dolaş ve geri gel” demiş ona.
Geri geldiğinde yaşlı bilge; “Ne gördün odalarda” diye sormuş.
Genç adamsa; “Efendim ben yağı dökmemek için etrafıma bakamadım” diye cevaplamış bilgenin sorusunu.
Yaşlı bilge “Tekrar aynısı yap, ama odalara da iyice bak ve nazar eyle diye” tembihlemiş misafirini.
Geri geldiğinde “Şimdi ne gördün evlat” sorusunu, neredeyse duyamayacak kadar etkilenmiş genç adam, gördükleri güzelliklerin tesiri ile.
Sadece “Harika ve muhteşem” diye cevap vermiş, adeta gördüklerinden büyülenmişçesine.
Yaşlı bilge ise mana dolu bir tebessüm ile süzmüş genç adamı ve ilave etmiş; “Ama kaşıkta yağ kalmamış evlat”
“Yani”; diyerek sual dolu nazarlarını yaşlı bilgeye yöneltmiş genç adam.
“Yanisi şu” diyerek söze başlamış yaşlı bilge “Unutma evlat, elinde taşıdığın yağı dökmemek için etrafındaki güzellikleri göremezsen, ne yaşamın manasını anlar, ne de hayatın anlamını bulursun. Eğer yaşamın anlamına ulaşayım derken, güzelliklere dalıp elindeki yağı dökersen, bu defa da hayatını zayi etmiş olursun. Oysa ki, yaşamın manası elindeki yağı dökmeden güzellikleri ihmal etmemekte saklıdır. Yani, kendini zayi, özünü de ihmal etmeden yaşamaktır hayatın anlamı. Bazen hiçlikte var olabilmek, bazen de varlıkta kayıp olabilmektir varoluşun en hoş cilvesi. Yeri geldiğinde ışıkta karanlıklar ile savaşmak, sırası geldiğinde ise karanlıkların bağrında mum yakmaktır hayatın en nazenin iksiri. Bollukta yokluğun tadını tadabilmek, yokluğun göksünde varlığa ulaşmaktır ömrün en manidar tecellisi. Zamanı geldiğinde önünde olanları elinin tersi ile iterek olmayanları tercih etmektir insanin en faziletli yönü. Açların halını, fakirlerin durumunu, imkânsızların ızdırabını anlamak ve anlamlandırmak için kendi özüne doğru yolculuk yapmaktır yaşamın manası. Yani kendinden özüne doğru sefer etmektir yaşamın özü. Hem de bir aylık bir yolculuk veya bir aylık bir sefer. Her virajında katı kuralları, her geçidinde sert kanunları olan bir sefer. Ama çok keyifli, çok hoş ve çok anlamlı bir sefer. Aslında madde üzerinden manaya ulaşabileceğimiz, mana üzerinden de maddeyi anlamlandıra bileceğimiz bir yolculuk bu. Hem de “başı rahmet, ortası mağfiret sonu da necat” olan yolculuk.
Hadi şimdiden hem size, hem bize, hem onlara; yani hepimize kolay yolculuklar, iyi istirahatlar ve bol kazançlar…