S-400’leri Rusya’dan alma işi; SSCB’den demir-çelik tesisleri, azot gübre sanayi, petro-kimya tesisleri ve alüminyum tesisleri kurmak için yapılan iş birliklerine benzemez.
Soğuk savaş döneminde, ABD ve Avrupa hiç bir zaman Türkiye’nin kalkınmasında temel ara malı girdilerini sağlayacak önemli ve büyük ağır sanayi tesislerinin kurulmasını istememiş ve sürekli engellemiştir. Bu tür tesislerin kurulması için de hiçbir zaman kredilendirme yapmamıştır.
Türkiye’de yapılmış olan tüm ağır sanayi tesislerini bir NATO üyesi olmamıza rağmen hemen hepsini Rusya ile yapmışızdır. Ve her seferinde de bu yatırım kararlarını alan iktidarlar ve başbakanlar darbelerle cezalandırılarak devrilmişlerdir.
1957’de Menderes, Ruslarla büyük yatırım hamleleri için yakınlaştı, Rusya’yı ziyaret etti. 1960 darbesi ile hem devrildi hem de asıldı.
1967-68 yıllarında Demirel, SSCB ile yukarıda işaret ettiğim yatırımları yapma kararı aldı bir muhtıra, ardından darbe ile cezalandırıldı. İstersek listeyi daha da uzatabiliriz.
Ne zaman ki Türkiye kendini güçlendirecek sanayi ve askeri adımları atsa muhakkak NATO’nun sopası ile yüz yüze geldi. Bugün de nükleer santral yapımından sonra askeri silah ve donanım satın alarak, ABD ve NATO’nun düşman kampı Rusya ile işbirliğine yeniden sıkı sıkıya girişmiş durumdayız.
İtildik mi?
Mecbur mu kaldık?
Yanlış siyasetin çıkmazına mı girdik?
Artık bunları tartışmanın hiçbir gereği yok. Çünkü ok yaydan çıktı, geri dönüşü olmayan bir yola girildi.
Aslında ABD ve AB ile karşı karşıya gelineceği bu günler 1991 yılından beri belliydi. SSCB çökmüş ve NATO’nun tehdit değerlendirmesi değişmiş, dost ülke Türkiye hedef ülke konumuna sokulmuştu. Bunun açık ilanı da 1994 yılında yapılmıştı. ABD ve Batı bugün yaptıkları ve yapacakları, emperyal işlerin tümünün manifestosunu Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ makalesi ile işin başında ilk muhatapları olan Türkiye’ye ve dünyaya açık açık ilan etmişlerdi.
Yıllar önce yazdığımız yazılar arşivde. Fakat maalesef güvenlik bürokrasimizi yöneten vasat devlet aklı bir türlü, tehdidin gerçek odağını, gücü ve şiddeti ile algılayamadı. Savrulmalar yaşadı.
ABD ve AB’den ayrı NATO’suz bir güvenlik stratejisi düşünmedi, izleyemedi. Tabi bu hataları yapmasında içerideki ihanet odaklarının ve hainlerinde payı büyük olmuştur.
“Devlet”, hep aklının bir köşesinde uğradığı her ihanet ve hakarete rağmen, bir gün ABD ve AB ile anlaşma ümidini taşıdı. Oyalandı, oyalandırıldı ve sonunda da güya ABD’nin haklı saldırılarının gerekçesi (!) olmak üzere Rusya’nın kucağına bilerek göstere göstere itildi.
S-400 bizim gerçek anlamda tüm hava sahamızı korumaya asla yetmez ama topyekûn ülke olarak ABD ve AB ile bir savaşa girmemizin her iki taraf için de görünen çok güzel ve haklı bir gerekçesi olur.
S-400, NATO’nun hedef ülkelerinin hava savunma sistemidir. Yani, NATO’nun düşmanlarının savaş teknolojisidir.
En basit askeri stratejik akıl bile dost-düşman silah teknolojilerinin bir arada olamayacağını bilir.
Teknik konuya girmeye hiç gerek yok.
Peki, ne yapılmalı? S-400 ile başlayan Rusya ile askeri işbirliği, aynı zamanda NATO üyesi olan Türkiye’yi nereye sürükler?
Bir nehir üzerinde, ayakları iki büyük kütüğe basarak dengesini sağlayan elindeki kürek ile yol alan bir adam hayal edin. Ve ters iki akıntı ile ayaklarının altındaki kütüklerin aksi istikamete yönlenmeye başladığını ve adamın bacaklarının gittikçe bir birinden ayrıldığını düşününün. Sonunda ne olacaktır?
Tek kütüğe atlasa dengesini sağlayamaz, düşer. İkisinin üstünde durmaya çalışsa bacaklarının ayrılmasına dayanamayıp zaten suya düşecek. Kıyı uzakta.
Zor durum değil mi? Çözüm ne biri ne de diğeri. Kendisine güvenecek.
Onların oyalamasına aldanmayacak ve belki kurtulurum ihtimalini aklından çıkarıp en uygun zamanda suya atlayacak. Yüzmeye başlayacak. Elinde ki kürekle de o iki kütüğü kendisine zarar vermeyeceği pozisyona itecek. Başka çaresi yok.
S-400’e ve Rusya’ya yaslanarak ülkemizin güvenliğini sağlamak hem gerçekçi değildir hem de pratiği zor bir yoldur. Suriye’de bile henüz Türkiye-Rusya arasında aşılamayan sorunlar var. İran ve Ermenistan meseleleri var. Kırım var Kafkasya var Orta Asya var… Daha sayayım mı?
Artık NATO da dost değil düşman safındadır.
Önümüzde tek bir strateji var.
Artık ABD ve AB’ne ortak menfaatlerimizi anlatmanın zamanı çoktan geçti. Onlar da hesaplarını yapıp zaten bu noktayı çoktan aştılar.
Yapmamız gereken tek şey onlara ve aynı zamanda tüm düşman güçlere Türk Milletinin “artık yeter” dediği anda, hangi tehdit ve tehlikeler ile karşı karşıya kalacaklarını, hangi bedelleri, ödeyeceklerini, ülkelerinde huzur ve güvenliğin asla kalmayacağını bir an önce göstermeye başlamamızdır. Türk Milletini tehdit etmenin ve Türk Milletine düşmanlık yapmalarının bedelinin tam karşılığının da, aslında kendi varlıklarına yönelik bir tehdit ve tehlike olacağını bir an önce anlamalarını sağlamalıyız.
S-400 meselesinde yaparız deyince, yaptığımızı şeklen göstermiş olduk. Sınırı nedir?
Rusya’nın emperyal bölgesel oyun planları ile ABD’nin emperyal bölgesel oyun planlarının arasında Türkiye’nin bağımsızlığının, birliğinin ve bölünmezliğinin yolunu bulmak mecburiyetindeyiz.
Acı olan, bunun yolunu bulacak olan ve gereğini yapmak üzere hazırlıklı olması gereken Türk Milliyetçilerinin, S-400 konusunda -mecburduk, gerekliydi, başka çaremiz yoktu- tartışmalarında taraf olmalarıdır. Bir de üstüne üstlük bu günlerin sorumlusu olarak gördükleri AKP iktidarına muhalefet etmekle, S-400 konusunda desteklemenin ayrı şeyler olduğunu söyleyerek güya milliyetçi (!) siyasi yorumlar yapmalarıdır.
Ne günlere kaldık… 17-18’li yaşlarda “Ne Amerika Ne Rusya Ne Çin Her Şey Türk Tarafından Türk İçin” diye yola çıkan ve elli yıl sonra doğrulanmış fikirlerin sahipleri olanlar; ABD olmaz ise Rusya olsun tartışmalarında taraf oluyorlar.
Bunun adı gerçekçilik ve akılcılık değildir. Bunun adı mankurtluktur.
1918 Mondros mütarekesinde teslim olan devletin esir meclisinde o günlerde tartışılan konu neydi?
Amerikan mandası mı yoksa İngiliz mandası mı daha doğru ve akılcıdır?
Bugünlerde de birileri tartışıyor. Amerika olmadıysa Rusya olsun mu? O da olmaz ise İngiltere’ye ne dersiniz?
Bizim gözümüz kulağımız bu tercihlere mühürlüdür.
Biz, dün olduğu gibi bugün de “Ya istiklâl, Ya ölüm” diyenlerin izinden asla ayrılmayacağız.
Türk’e Allah yeter