Şûle Yüksel vefat etti. Mekânı cennet olsun!

Huzur Sokağı ve yazarı hakkındaki hayâl kırıklığımı, ngazete sitesinde yazdım. Bu konuya tekrar girmek istemiyordum ama Karar yazarı Yıldız Ramazanoğlu’nun yazısını okuyunca fikrim değişti. Yıldız Hanım’ın yazı başlığı şöyle: “Şule: İnce, zarif, şehirli.”

Ben bir sıfat daha eklemek istiyorum: Korkak. Hadi ileri gitmeyeyim, “zayıf” olsun.

“Hadi canım! Ne kadar güçlü bir kadın olduğunu, herkes biliyor. Hapse bile girdi.” derseniz az bekleyin!

Sâdık Albayrak, Şûle Yüksel’in arkasından, yerli ve millî kadın hakları savunucusu olarak herkesin gönlünde taht kurduğunu; yepyeni bir uyanışın temsilcisi olduğunu söyledi.

Arkadaş, bu kadar mı abartılır?

Şûle Yüksel, başörtü için mücâdele etti ama kadın hakları savunucusu ve yepyeni bir uyanışın temsilcisi olmadı; olamadı. Çünkü Huzur Sokağı’na gelin gitti.

Şûle, Ramazanoğlu’nun da dediği gibi, zarif ve şehirli bir genç hanımdı. İslâmı pek güzel temsil ediyordu. Romandaki geleneksel dindar âilenin okumuş oğlu Bilâl, yâni ilâhiyatçı Abdullah Kars ile Kazablanka Gazinosu’nda İslâmî usûllerle göre evlendi. Heyttt be! Âlem, örnek bir İslâmî evlilik görecekti. Belki böylece batılı bir eğlence mekânının dönüşümü de hedeflenmişti, bilemiyorum.

Bir aktivist olarak kitleleri peşinden sürükleyen Şûle Yüksel, Huzur Sokağı’nda perişan oldu. Eşinden gördüğü şiddete, dâvâ zarar görmesin diye 5 yıl sustu. Eee, hani nerede kadın hakları?

İkinci evliliğini, İsmâil Ağa cemaatinden biriyle yaptı ve aynı zulmü yaşadı. Şeyhinin sabır tavsiyesiyle bu evliliğe 11 yıl katlandı. (Her nedense Şûle Yüksel’e bu zulmü yaşatan insanın adını bilmiyoruz.)

Bu evlilik esnâsında Millî Gazete başyazarı Sâdık Albayrak’ın cemaat liderinden kopardığı izinle -belli konularda yazmak şartıyla- yazı hayâtına döndü.

Eee, hani nerede kadın hakları? Huzur Sokağı yazarının hâline bakar mısınız? Romanla eşleştirerek anlatayım: Feyzâ, iki kere Bilâl’e benzeyen adamlarla evleniyor. Her iki Bilâl’den de zulüm görüyor. Sokağın ileri gelenleri, Bilâl’i dışlayacakları yerde Feyzâ’ya, kibarca, “Sus” diyorlar. Dahası Şûle Yüksel, ikinci eşinden de ayrılma karârı alınca cemaatle ilgisi kesiliyor. Eee, hani nerede kadın hakları?

Demek ki Şûle Yüksel, herkesin gönlünde taht kuramamış. Laiklere diklenince alkışlanmış ama dindarlara diklenince kınanmış.

Peki Şûle Yüksel, niye, “İslâm bu değil!” diye feryad etmemiş de yıllarca susmayı tercih etmiş? Dindar erkekler, laiklere direnirken baştacı ettikleri Şûle’yi, niye Huzur Soakağı’nda korumamışlar?

Cevap, gâyet basit: Laik kesime karşı savaşırken alkışlanan Şûle’nin, Huzur Sokağı’nda yepyeni bir uyanış başlatıp huzursuzluk çıkarması istenmemiştir. “Tamam, başörtüyü kurtardın ama bundan sonra yazıp çizmen gerekmiyor. Reçel yapmalısın! Erkeğine itaat etmelisin!”

Ankara Türk Ocağı’nda bir sohbette, “Niçin 2. bir Emine Işınsu’muz yok?“ diye soran ve “2. bir İskender Öksüz’ümüz olmadığı için” dediğimde yüzüme bön bön bakan milliyetçi yazarlara şöyle demiştim:

“İskender Öksüz’ün, akşam eve gidince, ‘Emine yemek hazır mı?’ diye seslendiğini sanmıyorum.” Elbette bakışlardaki bönlük, daha da artmıştı. (Sâdece İslâmcılar değil, genel olarak sağcıların aynı olduğunu anlatmak için bu örneği verdim.)

Huzur Sokağı’nda evinin kadını olan Şûle Yüksel’in hem kalemi güç kaybetti hem kişiliği. Çünkü artık birinci vazifesi, akşam eşine ne yemek yapacağıydı.

Keşki Şûle Yüksel, “Dâvâ zarar görür.” kaygısını aşarak, her türlü zulme sesini yükseltseydi. Sâdece başörtüsünü değil, insan haklarını savunan bir Feyzâ karakteri çıkarsaydı. O zaman belki bugün onun izinden giden başörtülü yazarlar, kendi mahallelerindeki yanlışlara bu kadar sessiz olmazlardı. Sistemin itaatkâr yazarları değil de birey olmayı başarmış yazarları olurlardı. Sessizliği geçtim, yalan dolan yazmaktan rahatsız olmuyorlar.

Feyzâ, benim de gönlümde taht kurmuştu. Fakat, “Hak aramamak, insan haysiyetine yakışmaz!” diyen Irazca Ana’yı tanıyınca Feyzâ’nın bir hükmü kalmadı.

.....

Bu köşeyi okuyanlar, hâdiselere farklı açılardan bakmaya özen gösterdiğimi bilirler.

Osmanlı yıkılınca Ortadoğu haritasında, İslâm’dan uzaklaşıp laikliğe geçen ve şeriatle yönetilen Müslüman ülkeler yer aldı.

Şöyle sorayım: Siz bu haritaya karar veren güç olsanız, yasaklar yüzünden Müslümanların dînî ve millî duygularının giderek güçlendiği laik yönetimi mi yoksa yasakların olmadığı ama Müslümanların uyuştuğu, sömürgeleştiği şer’î yönetimi mi tercih edersiniz?

Elbette, hedonist, câhil, bilinçsiz, uyuşuk Müslümanların olduğu bir ülkeye söz geçirmek daha kolaydır. Dolayısıyla dînî ve millî yasaklar arttıkça İslâmî duyarlılık ve milliyetçiliğin daha da güçlenmesi tehlikesini bertaraf etmenin yolu, bir işe yaramayan yasakları kaldırmaktır.

Önce Demokrat Parti, ezanın aslına dönmesi ve ihtilâl..

Sonra sağ-sol çatışması, yine ihtilâl...

Sonra tekrar yasaklar, cemaat okulları vs. vs. İki ileri, bir geri...

Bütün bunlar, İslâmî bir ihtilâlle taçlandığında çok süper olacaktı.

Saçmalıyor muyum? Cemaatçilerin, 80’li yıllarda 12 Eylül’ün kudretli komutanlarının izniyle harp okullarına doldurulmasına ne demeli?

Peki bunların Şûle Yüksel’le alâkası nedir? 1923’de TBMM’ye girmek isteyen kadınları bin pişman eden, Nezîhe Muhiddin’i akıl hastânesine düşüren, Hâlide Edip gibi batılı bir kadını bile yurt dışına süren, Şalcı Bacı’yı asan sistem, Şûle Yüksel’e geçit veriyor. Niye? Çünkü başörtüsü, birgün serbest olmalı ama içi boşalmalıdır.

Tıpkı bugün olduğu gibi!