Türkiye, hemen her konunun iç politika malzemesi yapılmasının sıkıntılarını yaşıyor.
En mahrem konular, -oy kaygısıyla- miting meydanlarına taşınıyor. Özellikle dış politika ile ilgili konular,ulu orta konuşulabiliyor.
ABD veya Trump'a cevap mı verilecek, sokaklar tercih ediliyor. Diplomatik yollarla çözülecek problemler halkın önüne getirilerek çözülmez hale getiriliyor.
İç siyasette kullanılan ağır,aşağılayıcı dilin aynısı dış politikada da kullanılıyor. Yeter ki millet alkışlasın.
Suriye siyasetinde daha olumlu bir dil kullanılabilirdi. Esat gitsin ısrarı, Türkiye'yi savaş mağlubu bir ülke haline getirdi.
Particilik taassubuyla, "Esat bir diktatör,göz mü yumsaydık" diyenler olduğunu biliyorum. Evet,Esat bir diktatör,ama bizim diktatörleri tasfiye etmek gibi bir görevimiz yok,Türk hükümetinin birinci görevi kendi vatandaşlarının menfaatlerini düşünmektir. Üstelik, o Esat sonradan diktatör olmadı, tatilini Türkiye'de geçirdiği, bazı evlerde misafir edildiği,dostluk naralarının atıldığı dönemde de diktatördü. O zaman kimse bu Esat'ın diktatörlüğünü görmüyor,iki ülke arasında gelişen ilişkileri alkışlıyordu. Kimsenin bilmediği bir sebeple bir gece Esat düşman ilan edildi, onu alkışlayanlar bu defa yuhalamaya başladılar.
Siyasette tutarlılık önemlidir.Aynı konuda çelişen beyanlar bir süre makul karşılansa bile bir süre sonra göze batmaya, yönetenlerin güven ve itibarını kemirmeye başlar. Taraftar kitlesinin bile bir hazım seviyesi vardır. Gözüyle gördüğü,eliyle tutabildiği bir konuda, tecrübe ve gözlemleriyle uyuşmayan propagandaları bir süre sonra kusmaya başlar. Şoklar en katı refleksleri bile yok eder.
Zarrab olayı iktidar aksini söylese de toplumun büyük kesimi tarafından bir rüşvet ve yolsuzluk olayı olarak görülmektedir. Kudüs güzellemeleriyle,FETÖ savunmalarıyla bu ahlak ve hukuk dışılık kapatılamaz. Kudüs,elbette üç kutsal beldeden biri,ilk kıblemizdir.Onunla ilgilenmek bizim için bir iman borcudur. Aynı şekilde kamu malına tamah edenleri, vatan toprağının Yunan tarafından işgal edilmesine göz yumanların siyasi ve hukuki anlamda cezalarını çekmelerini istemek ve bu işin takipçisi olmak da hem iman hem vatan borcudur.
Sözün özü, özellikle dış politika konularının sokağa taşınması hem devlet geleneğimize hem de diğer ülkelerle karşılıklı saygıya dayalı uluslararası ilişkilere aykırıdır. Uluslararası ilişkiler - hamaset veya meydan okuyucu- bir üslupla yürütülemez. Daha ılımlı,daha soğukkanlı politikalara ihtiyaç var. Yöneticileri en çok bağıran ülke biziz, ama en az korkulan,en az ciddiye alınan ülke de biziz. Bağırmak bir meziyet olsaydı ülkeyi yöneten kişileri en iyi bağıranlar arasından seçmemiz icap ederdi. İyi bağırıyoruz diye hangi meseleyi çözebildik,Yunan işgal ettiği adalarımızı mı terk etti, yoksa PYD faaliyetlerini korkudan askıya mı aldı? İki yıldır belki insafa gelir de Suriye'de aleyhimize gelişen olaylar konusunda bize yol verir diye Putin'in arkasında dolaşıyoruz. Bu mudur büyük siyaset? Yunanistan'a gidiyoruz,darbecilerin iadesini istiyor ama işgal altındaki topraklarımız için tek laf etmiyoruz. Darbeciler elbet iade edilmeli ve cezalarını çekmeli, ama vatan toprağı daha önemsiz değildir.İktidarın sükutu Yunan işgalini meşrulaştırmaktan başka işe yaramıyor.
Siyasi aklın da ahlakın da iflas ettiği bir süreçten geçiyoruz. Akıl ve ahlak avdet etmediği takdirde daha büyük krizler ve kayıplarla karşılaşmamız mukadderdir. Dünyanın hiç bir ülkesinde -toprak kaybeden-bir iktidar alkışlanmaz. Eğer alkışlanıyorsa o toprağı, o halk hak etmiyor demektir.