Anadolu’nun fethi, mânâ sırrını kendi içinde taşıyan muhteşem bir mûcize... Bu mübârek toprakların tapusunun Türk Milleti’ne verilip, “Anadolu’nun vatan olmaya başlaması” lütf-u İlâhî bize... Bu fethin derûnî mânâsını hakkıyla idrâk etmek, istikbâle dâir yeni zaferler yaşayabilmenin muştusunu verir gönüllerimize…
Cenâb-ı Hakk, “..İnananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı onurlu ve güçlü..”[1] olan bir İslâm kavminin; Anadolu denen bu efsunkâr yarımadaya iskân edilmesini emir buyurdu. Güneşin doğduğu yerden, rüzgâr kanatlı atlara binerek kader çizgisini kat eden bu aziz millet, Anadolu’nun bereketli topraklarına Türkistan’dan akın akın gelmeye başladı. “Türkistan’dan Türkiye’ye Anadolu Mûcizesi”ni[2] gerçekleştirmek için; elde âsâ, dilde duâ, belde kılıç, asker oldu derviş-gâziler... Kalpleri fethetmek için, dergâhlar açarak gönüllere ışık saçtı velîler... Yesevî Erenleri, Oğuz erlerinden çok daha önce yüreklerde taht kurdular... Onların irşâdıyla, ‘Kılıç-Kalem-Âsâ ve Duâ’ el ele verdiler… “Kolonizatör Türk Dervişleri”[3] İ’lâ-yı Kelîmetullah aşkıyla gün doğusundan yola çıktılar... Zira Yüce Rabbimiz; “..Her kim Allah yolunda göç ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da, sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir..”[4] buyurmaktaydı. Bu âyetin muhatabı olmak isteyen Oğuz Kara Han nesli, “Allah(c.c.)’ın ismini her yere duyurmak” için gün batısına hicret etti ve İslâm nizâmını yeryüzünün dört bir yanına hâkim kılma davâsının peşinden gitti. Kelime-i Tevhid nûrunu bütün gönüllere ve zihinlere nakşetmek sevdâsıyla yanıp tutuştu. Bu büyük millet; Allah (c.c.) adıyla çağlayıp coştu ve Allah(c.c.)’ın işâret buyurduğu istikamete koştu… Türk Milleti; Hilâl’in ışığı solmasın, İslâm mükedder olmasın diye can verdi, kan verdi yıllar yılı... Yoksa Türkler, “kıtlık ve kuraklık olduğu için” terk-i diyar etmedi Orta Asya’dan... Emr-i İlâhî mûcibince göç verdi Uluğ Türkistan... Horasan’dan “Konstantiniyye”nin fethi için “Kızılelma’ya hey Kızılelma’ya!..” diyerek feyz aldı alperenler, “Sonsuz Nûr”un[5] “Gül” kokulu mânâ aydınlığından… Horasan Erenleri diye bilinen gâzî dervişleri, ilk menzil olan Anadolu’ya dalgalar halinde mütemâdiyen tâze kan taşıyordu... Kader-i İlâhî ve iltifât-ı Rabbânî neticesi kuruldu, ‘Hz. Nûh(a.s.)’ın oğlu, Yâfes’in evlâdı Türk’ün ahfâdı’ olan bu mübârek ordu... Bu ordu; Uluğ Türkistan’dan Anadolu’nun kapısındaki Malazgirt kilidini açmak için Nîzâm-ı Âlem uğruna akın akın yürürken, “Yâ Allah!.. Bismillâh!.. Allâhu Ekber” nidâlarıyla yer gök inliyordu… Ve 1071 yılının Ağustos ayının son Cuma günü müyesser olacak Malazgirt Zaferi’nin işâret fişeklerinin sesleri Anadolu yaylasında duyuluyor ve Türkistan’ın turkuaz ışıkları “İklim-i Rum”a doğru yayılıyordu…
* * *
Ve Malazgirt Zaferi; Türk-İslâm Medeniyetiyle; Diyâr-ı Rum’un tanışma muştusu… Malazgirt Zaferi, Anadolu’nun kapılarını Türk Milleti’ne açılması... Malazgirt Zaferi, keyfiyetin kemiyete galebe çalması... Malazgirt Zaferi, tarihin gidişini değiştiren bir yiğitlik âbidesi... Malazgirt Zaferi, bir cihangirlik numûnesi... Malazgirt Zaferi, Bizans’ın Hakk’a secdesi... Malazgirt Zaferi; Hilâl’in Haç’a, îmânın küfre üstün geldiği bir meydan muharebesi... Malazgirt Zaferi, hem dünya tarihi, hem de Türk tarihi bakımından zamanın kırılma noktalarından birisi... Malazgirt Zaferi, Asya bozkırlarından Anadolu yaylasına yürüyen bir milletin zaman burcundaki yankılanan sesi... Malazgirt Zaferi, Ortaçağ’ı yıkarak yeni bir çağın açılmasına vesile olan “Feth-i Mübin”in mukaddimesi... Malazgirt Zaferi, İstanbul’un Fethi’nin ilk besmelesi…
“Malazgirt’teki asker” Şanlı Peygamberimiz(s.a.v.)’in “ni’mel ceyş” diye övdüğü o “Güzel Asker…”[6] O “Güzel Komutan”ın ecdâdı olan ve 20 Ocak 1029 yılında doğan Sultan Alp-Arslan; Çağrı Bey’in üçüncü oğludur. Alp-Arslan’ın hocası olan Buhâralı İmam Ebû Nasr Muhammed, kahraman sultanı fen ve din ilimlerinde eğitti. Genç Alp-Arslan, silah ustası serdengeçtilerden ok ve kılıç kullanmayı öğrendi. Savaş piri muhâriplerden askerî eğitim aldı. Alp-Arslan, babasının emri üzerine, daha 14 yaşındayken askerin başında Gazne Seferi’ne çıktı. Babası Çağrı Bey vefât edince, Horasan’a vâli oldu. 1063 yılında Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey öldüğü zaman, vasiyeti üzerine Selçuklu tahtına Alp-Arslan’ın kardeşi Süleyman Bey getirildi. Fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve “Ebû Şücâ” (Yiğitlerin Babası) diye nâm alan Alp-Arslan’ı hükümdar ilân ettiler. “Yiğitlerin Babası” 27 Nisan 1064 yılında 34,5 yaşında, törenle tahta çıktı.[7] Alp-Arslan, hükümdarlığı süresince devletin batı yönünde ilerlemesine önem verdi. Batıya fetih, doğuya ise genellikle asayişi temin yönünde seferler yaptı. 1070 yılında İslam Dünyası’ndaki dînî-siyasî birliği baltalayan Fâtimîler üzerine yürüdü. Abbasi halifesini baskı altında tutan Büveyhilerin tahakkümüne son verdi.[8] Ve Büveyhoğuları’nın esir alarak zindana attıkları Abbasi halifesi Kâim-Biemrillah’ı kurtarıp tekrar makamına oturttu. Bu sebeple de “Burhânü Emîri’l-mü’minîn” (Halifenin Delîli) unvanını aldı. Daha önce de Ani Kalesi’ni fethettiği için Halife tarafından takdir ve tebcil edilerek “Ebü’l -feth” (Fetihlerin Babası) diye hitap edilmişti.[9] Sultan Alp-Arslan “Velî Sultanlarımızdan” birisiydi...
25 Ağustos 1071 günü Sultan Alp-Arslan, İslâm savaş hukuku gereğince Bizans İmparatoru’na, Selçuklu kumandanlardan Sav Tekin’i barış teklifinde bulunmak üzere elçi olarak gönderir. Elçiler mağrur imparatora; “Ordunla beraber geri dön, kan dökülmesin, barış olsun. Aksi takdirde biz azimliyiz. Sonucu yürekten bağlı olduğumuz Cenâb-ı Allah’a havâle etmişiz.” der. Romen DiyojenTürk elçilerinin sulh teklifini şiddetle reddeder ve bu olayı Türklerin korktuğuna yorarak sevinir. İmparator Diyojen Türkleri hezimete uğratacağını ve Selçuklu’nun başkentini alacağını îmâ etmek için Sav Tekin’e hitâben şunları söyler: “Sultanınıza söyleyin, kendisiyle sulh müzâkerelerini Rey şehrinde yapacağım, ordumu Isfahan’da kışlatacağım ve hayvanlarımı da Hemedân’da sulayacağım!..” Sert karakteri kadar zekâsı da kuvvetli olan Sav Tekin, İmparator’a çok anlamlı bir cevap vererek; “Atlarınızın Hemedan’da kışlayacaklarından ben de emînim. Fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum!”[10] der.
Alp-Arslan, muharebe öncesi Halife’den duâ talep eder. Halife, bu savaş öncesinde bütün Müslümanlara çağrıda bulunur ve mânevî müzâheretlerini ister. Abbasi Halifesi, Alp-Arslan ve ordusunun muzaffer olması için câmilerde Cuma namazında okunmasını istediği şu hutbe metnini gönderir: “Allah’ım! İslam’ın sancaklarını yükselt ve hayatlarını sana kulluk için esirgemeyen mücahitlerini yalnız bırakma; Alp-Arslan’ı düşmanlarına muzaffer kıl ve askerlerini meleklerinle destekle... Zira o; Senin rızanı kazanmak için varını, canını ve her şeyini fedâdan sakınmıyor... O, senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihad ediyor ise, sen de onu öylece koru, düşmanlarını kahret!..” Halka hitap ederken de şunları söyler: “Ey Müslümanlar! Temiz bir kalp ile Sultan’a dua ediniz, küfrün kökünü kazımak ve İslâm’ın bayrağını yüceltmek için yalvarınız!”
Savaş kaçınılmaz olunca Sultan Alp-Arslan meşveret meclisini toplar... Meşveret meclisinde Buharalı büyük âlim Ebu Nasr Muhammed; “Ey Sultan! Sen Allah’ın zafer vaâd ettiği İslâm uğruna cihad ediyorsun. Bütün İslâm Âlemi’nin kalbi ve duâsı seninle ve askerlerinledir. Bütün Müslümanların minberlerde sana duâ eylediği Cuma günü savaşa giriş, ben, Allah’ın zaferi senin adına yazdığına inanıyorum. Dini koruyanın yardımcısı Allah’tır, zafer bizimledir.” diyerek herkesi yüreklendirir.
26 Ağustos Cuma sabahı gün ışırken, 200. 000 kişilik Bizans ordusuyla, 50.000 askerden oluşan Türk ordusu 7-8 km uzaklıkta birbirlerini gördü. Bulundukları yer Van Gölü’nün 45 km. kadar kuzeyi Murat Suyu yakınlarında ve deniz seviyesinden 1.500 metre yükseklikte idi. Yanı başlarında Malazgirt Kalesi yükseliyordu.[11] Sultan Alp-Arslan vuruşma gününü Cuma’ya tevafuk ettirerek, bu kutlu günde askerlerinin mâneviyatının daha da yüksek olacağını hesaplamıştı…
Beyaz harmanisini giyen Sultan Alp-Arslan, askerleriyle birlikte Cuma namazını kıldıktan sonra, bu mânevî havanın atmosferinde 50.000 kişilik ordusunun karşısına geçti. Atından inerek secdeye kapandı ve; “Yâ Rabbî ! Seni kendime vekil yapıyor, azâmetin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Senin uğrunda cihad ediyorum. Yâ Rabbî! Niyetim hâlistir, bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diyerek başını secdeden kaldırdı. Sonra askerlerine dönerek; “Burada Allâhu Teâlâ’dan başka sultan yoktur, emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihad etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz. Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların bizim için duâ ettikleri şu saatte, kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gâyeme ulaşırım, ya da şehit olur Cennet’e giderim. Beni tâkip etmek isteyenler arkamdan gelsin. Takip etmek istemeyenler diledikleri yere gitsinler. Peşimden gelen ve nefislerini Allah’a adayanlardan şehit olanlar Cennet’e, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır. Ayrılanları ahirette ateş, dünyada ise zillet beklemektedir!” dedi...
Bu sözler orduyu coşturdu. Heyecanlanan yürekler gidip geliyordu; bir ucu mezara dayanan dünya ile sonsuzluğun kendisi olan ukbâ arasında... Askerler hep bir ağızdan “Ey Yüce Sultan! Asla emrinden ayrılmayacağız, Seninle beraberiz. Yürü dediğin yerde yürür, öl dediğin yerde ölürüz!” mukâbelesinde bulundular. Sultan Alp-Arslan atına binerek; “Ey askerlerim! Eğer şehit olursam giydiğim bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır... Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve O’na bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir!” diyerek bindiği beyaz atın kolanını sıktı, kuyruğunu Türk töresince kendi eliyle bağladı. Alp-Arslan muharebeye bir hükümdar olarak değil alâlâde bir muharip olarak katılacağını göstermek için yayını ve sadağını çıkardı, yakın vuruşma silahları olan kılıç ve güzünü kuşandı.[12] Askerlerimizin dilindn büyük bir aşkla tekbirler salavâtlar yükselirken, din âlimlerimiz de Türk saflarını dolaşarak âyetler okuyor ve duâlar ediyordu…
Savaş başlamadan hemen önce Bizans ordusunda paralı asker olarak bulunan, Avrupa’nın İslâm diniyle daha müşerref olmamış olan Türk kavimlerinden Peçenekler ve Uzlar, Bizans ordusundan ayrılarak Selçukluların safına geçti. Böylece Selçuklular, Bizans ordusunun durumu hakkında önemli bilgiler edindi. Bu durum Bizanslıların mâneviyatını sarsarken, Türklerin moralini daha da yükseltti.[13]
Öğleden iki saat sonra başlayan muharebede Sultan Alp-Arslan Türk ordusunu hilâl şeklinde yaydı. Ordusunu dört kısma ayırdı. İkisini savaş alanının iki yanındaki tepelere, üçüncü kısmı savaş hattının gerisine yerleştirdi. Dördüncü kısmın başına da kendisi geçti...
Semâdan gönüllere düşüp, gönüllerden göğe yükselen “Allah Allah!” sadâsıyla Türk askerleri hücuma geçti. Şâirin:
“Önde yalın kılıç Türkmen başbuğu,
Ardında Oğuz’un elli bin tuğu,
Andırır Altay’dan kopan bir çığı,
Budur Peygamberin övdüğü Türkler;
Ya Allah... Bismillah... Allâhu Ekber...”[14]
diye resmettiği müthiş bir savaş yaşanıyordu...
Malazgirt Meydan Muharebesi’nde Alp-Arslan, Türk savaş sistemini bütünüyle tatbik etti. İlk hücumu Türk atlıları yaptı. Taarruz eden kuvvetlerin azlığına kanan Romen Diyojen de karşı saldırıya geçti. Türk’ler, “Bozkır Çevirme Taktiğini” uyguladı. Kaçar görünüp, yavaş yavaş geri çekilerek hilâl şeklinde yayıldı. Böylece Bizans ordusu merkezden uzaklaştırıldı. Ve Diyojen’in ordusu Türk askerleri tarafından çember içine alındı. Allah(c.c.)’ın yüce ismiyle Malazgirt Ovası’nı inleten Türkmen ordusu, Bizans askerlerini çembere aldıktan sonra kılıçtan geçirdi. Akşam olmadan 200.000 kişilik Bizans ordusu perişan edildi. Bir gün önce gururdan yanına yaklaşılmayan Romen Diyojen yaralı hâlde esir düştü ve muazzam ordusundan eser kalmadı. Ve Diyâr-ı Rum’un kapıları bir daha kapanmamak üzere Müslüman Türk Milleti’ne açıldı. Bu durum, destan şairimiz Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun “Malazgirt Marşı”nda;
“Yiğitler kan döker bayrak solmaya,
Anadolu başlar vatan olmaya...
Kızılelma’ya hey Kızılelma’ya!
En güzel marşını vurmada mehter;
Ya Allah... Bismillah... Allâhu Ekber…”
dizeleriyle tasvir ediliyordu…
Ve Sultan Alp-Arslan; cesareti ve inancı olmayan, milletini ve askerini millî ülkülerle mücehhez kılmayan, askerî dehâ ile şartları ordusunun lehine çeviremeyen, düşmanla muharebenin zaman ve zeminini kendi belirleyemeyen bir komutanın büyük zaferler kazanamayacağını tarih önünde bir kere daha ispatlıyordu.
Malazgirt Zaferi’nden sonra Sultan Alp-Arslan, esir olarak huzuruna getirilen Romen Diyojen’e çok nazik davrandı. Alp-Arslan, karşısında diz çöken Diyojen’i; İslam Savaş Hukuku’nun verdiği yetki ve Türk töresindeki “Bir kavmin büyüğü zelil olduğu zaman ona merhamet ediniz” hükmü gereğince bir muahede imzalattıktan sonra serbest bıraktı...
* * *
Muzaffer ordusu ile Türk-İslâm birliğini gerçekleştirmek, ayrıca İran ve başka ülkelerde mevcut olan sapık fırkalardan Bâtınî ve Râfızî akımlarını yok etmek amacıyla Türkistan Seferi’ne çıkan Sultan Alp-Arslan birçok şehri aldı, kaleyi fethetti. Bu sefer sırasında Barzam kalesi kumandanı olan ve Bâtınî fırkasına mensup bulunan Yusuf Hârizmî, Sultan Alp-Arslan’ın askerlerine önce direndi, sonra teslim oldu. 21 Ekim 1072 tarihinde huzura çıkarılan Yusuf Harizmi, Sultanı temenna ederken âni bir hareketle Alpaslan’ı zehirli hançerle yaraladı.[15] Suikasta uğradığının dördüncü günü kendine geldiğinde Sultan Alp-Arslan şunları söyledi: “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem Allâhu Teâla’ya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Türkistan Seferi’nde bir tepe üzerine çıktığım vakit, ordumun görkeminden, askerlerin çokluğundan altımdaki yerin titrediğini hissettim ve kendi kendime ‘Ben dünyanın hükümdarıyım, bana kim gâlip gelebilir?’ diye bir düşünceye kapıldım. İşte bu gurur yüzünden şimdi âciz bir duruma düştüm; bunun neticesi olarak Allah beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlardan dolayı Cenâb-ı Hakk’tan af diliyor, tövbe ediyorum!” dedikten hemen sonra, 25 Ekim 1072 yılında Âlem-i Cemâl’e vuslat için Hakk’a yürüdü ve Tahran yakınlarındaki Merv şehrine defnedildi.
* * *
Sultan Alp-Arslan; “Ebû Şücâ” (Yiğitlerin Babası), “Adudü’d-devle” (Devletin Koruyucusu), “Ebü’l Feth” (Fetihlerin Babası), adaletiyle nam saldığı için de “Es-sultânü’l-âdil” (Adaletli Sultan) olarak anılmıştır.[16] Fethettiği her yere câmi yaptırması, iyiliği, merhameti ve düşkünlere yardımıyla meşhurdur. Sultan Alpaslan, amcası Tuğrul Bey’den teslim aldığı Selçuklu Devleti’nin kudretini ve topraklarını kat kat artırmıştır. “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ne bağlı olan Sultan Alp-Arslan’a devrin müellifleri “Cihan Sultanı” adını vermişlerdir. Pakistanlı âlim Mevdûdî “Selçuklular Tarihi” adlı eserinde Alp-Arslan’ı anlatırken; “Onun pek çok ismi vardır... Fakat en meşhur ismi Alp-Arslan’dır... Bu kelime Türkçe olarak sultanın şahsî vasıflarına pek uygun bir sıfattır.” demektedir.
* * *
Alpaslan’ın açtığı kapıdan gümrah ırmaklar misali Oğuz boyları akıp durdu Anadolu’ya... Yeni bir uyanışın ve kutlu bir dirilişin muştusuna kavuşuyordu insanlar... “Hayya ale’l felah” nidâlarını işitiyorlardı Horasan Erenlerinden... İlim, îman ve aşkın beslediği irfan, sevgi ve müsâmaha iklimine susamıştı zaman... Zulmü ve zâlimi tarûmar eden, İlâîi adâleti her gittiği yere hâkim kılan Türk Milleti’ni bekliyordu Anadolu yaylasındaki her mekân... Derviş-gâziler hürmetine, rahmet bulutlarıyla bezendi asûman...
Yıllar yılı şehit kanlarıyla sulanan bu topraklar “Anayurt” olmaya hazırlandı… Ve şehit kanlarıyla ödendi Anadolu’nun bedeli... “Ebedi Türk Vatanı” olacak diye kayıt düşüldü tarihe 26 Ağustos 1071’de... İlk defa müşerref oldu Anadolu yaylası bir medeniyet hamlesinin Alperenleriyle... Horasan Erenleri’nin fethettiği yürekler, Hakk’ın sevdâsıyla Müslüman olurken; Alperenler de yüreklerinde yeşeren devlete kanlarıyla can verdiler... Gönül sultanlarının eliyle açıldı gün doğusundan gün batısına yayılan ışığın penceresi... Bu pencereden görülen “Kızılelma” için, Türk Milleti nice muhteşem destanlar yazdı; Î’lâ-yı Kelîmetullah için besmele çekip çıktığı akınlarda, seriyyelerde, seferlerde...
Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu; kara kıl çadırlarla, ak otağlarla doldu ve Diyâr-ı Rum’daki kentler artık Türkmen şehirlerine dönüşmeye başladı. Gök mavisinin yedi rengi çinilere işlenerek hayat buldu. Medreselerin taşlarında, câmilerin mihrabında kuyumcu titizliğiyle işlenen desenler sanat harikaları ortaya çıkardı, Yüce Rabbimizin “Sâni-i Hakîm” esmâsının ilhâmıyla... Gönüller, Hakk dostlarının kerâmeti, mürşitlerin irşâdı ve bilgelerin ilmiyle aydınlandı. Nefsle olan mücahede, vicdanla olan muhasebe, şeytanla olan muharebe; düşmanla olan mücadelenin önüne geçtiği için kalıcı fetihlere imza atıldı...
Hatm-i Kelâm:
Malazgirt Meydan Muharebesi; dinî, millî, siyâsî ve askerî neticeleri itibâriyle Türk-İslâm tarihinin en büyük zaferlerinden birisidir. Bütün târihçiler Malazgirt Zaferi’nin dünya tarihinin dönüm noktalarından birisi olduğu konusunda birleşmektedir. Bu zafer, Anadolu’nun fethini sağlamış, ayrıca İstanbul’un fethine zemin hazırlamıştır. Netice olarak şunu söylemeliyiz ki; her zerresi şehit kanlarıyla sulanmış olan bu mübarek topraklar, büyük mücâdeleler verilip, ağır bedeller ödenerek bizlere “Ebedî vatan” olmuştur. Vatanın emlâk olmadığı, bedelinin akçe değil, kan ve can olduğu aslâ unutulmamalı ve unutturulmamalıdır… Ve şu da mutlaka hatırlanmalıdır ki; bundan 948 yıl önce Türk Milleti’ne Anadolu’nun kapılarını bir daha kapanmamak üzere açan Sultan Alp-Arslan’ı; “Ebû Şücâ”, “Adudü’d-devle”, “Ebü’l-Feth”, “Es-sultânü’l-âdil” yapan değerler manzûmesini ihya ettiğimiz takdirde; hem yeni bir diriliş hamlesi gerçekleştiririz, hem millî birliğimizi pekiştiririz, hem ecdâdımızın ruhunu şâd ederiz, hem de onlara lâyık nesillerin yetişmesini sağlayabiliriz.
Yılmaz Öztuna’nın ifâdesiyle “Türklerin tarih boyunca kazandıkları meydan muharebelerinden hiç biri, istikballeri için bu derece tesirli olmamıştır. Türk tarihinde Malazgirt’ten önemli tek olay varsa, o da İstanbul’un Fethi’dir. Dandânakan’da kazanılan zaferi, Malazgirt tamamlamış, İstanbul taçlandırmıştır.”[17] Malazgirt Zaferi’nin hatıralarını yaşatarak, onu nesillerin hafızalarında canlı tutmak; o muhteşem devirlerin devamını temin edecek idrâk, irâde ve îmânı yeniden kazandıracaktır. Rahmetli Gâlip Erdem’in o veciz ifâdesiyle: “Tarihimizi süsleyen zaferlerimizin hâtırası, yeni zaferlere götürecek bir irâdenin de kaynağı olacaktır.”
******
[1] Mâide, 5/54
[2] Haluk Nurbâkî, Damla Yayınevi, İstanbul, 2012
[3] Ömer Lütfi Barkan, Hamle Yayınları, İstanbul, 1990
[4] Nisâ, 4/100
[5] Haluk Nurbâkî, Damla Yayınevi, İstanbul, 2002
[6] “Le tufte hannel Kostantiniyye fele ni’mel emîru emîruhâ vele ni’mel ceyş zalikel ceys” (İstanbul muhakkak fetholunacaktır, onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onun ordusu ne güzel ordudur) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buharî, et-Tarihu’l-Kebir, I, 81; et-Tarihu’s-Sağîr, I, 306; el-Bezzâr, el-Müsned, el-Müsned, II, 308; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, II, 38; Hakim, Müstedrek, IV, 422; Heysemî,Mecmeu’z-Zevâid, VI, 219.
[7] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, I, 371, 391
[8] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, I, 416
[9] TDV İslâm Ansiklopedisi, II, 528
[10] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, I, 418
[11] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, I, 417
[12] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, I, 418
[13] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, I, 419
[14] Niyâzi Yıldırım Gençosmanoğlu, Malazgirt Marşı
[15] TDV İslâm Ansiklopedisi, II, 529
[16] TDV İslâm Ansiklopedisi, II, 529
[17] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, I, 383