“Eylül’ün Kırdığı Gül”ler
Bu yazı;“12”den vuran “Eylül”ün
‘Onlar’ın rûhunda ve bedeninde
açtığı onulmaz yaralara,
yüreklere düşürdüğü derin acılara
ve yaşadığımız hâl-i pür melâlin tedâi
ettirdiği hüzünlü duygulara dâir
dokuz yıl önce yazılmış bir derkenardır.
Hüzün dolu bir hazan mevsimi geldi yine...
Hayat; umudun, heyecanın, ıstırâbın, hüsrânın, sabrın ve şükrün iç içe girdiği bir zaman dilimidir. Hayat; hasreti, gurbeti, sevinci, mutluluğu, hicrânı ve vuslatı çileyle dokur. Hayat; karmakarışık bir rüyâ gibi, farklı duyguları birlikte yaşatır insanlara...
Hayattan eksilen yıllar; yüreklerimizdeki bahar hasretiyle şekillenen bir kardelen olur kimi zaman. Kimi zaman; mâziye yaslanan hüzzâm nağmeleriyle, hasretin efkârı yakıp kavurur sîneleri... Kimi zaman; hissiyâtın doruğa çıktığı dönemlerde bir türlü aklın elinden tutamaz; duygu ve düşüncelerinizi doğru dürüst ifâde edemezsiniz.
Kimi zaman; gençlik yıllarındaki unutulmayan anların, duygularımızı tutuşturan heyecanların, içimizi ısıtan “Ocak” adlı mekânların, “Eylül”de verilen imtihanların, baharda yaşanan hazanların, Taş Medreselerin çilesiyle hemhâl olan ve sabrın doruklarında kemâl bulan insanların ve akıncılar çağından bu güne gelip gönlümüze taht kuran isimsiz kahramanların hüzünlü hâtıraları bir yangın yerine çevirir yüreğimizi…
Ve kimi zaman; hüzne dâir ne söylense az gelir…
Hazan mevsiminde düşen sarı yapraklar, herkesin içindeki hüzün duygusunu harekete geçirse de; hayatlarını “dîn ü devlet mülk ü millet” yoluna adayan, Tûran sevdâsıyla için için yanan, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olan ve yetmişli yılların toz-duman ortamını soluklarken baharlarına kan damlayan “kayıp bir nesil” için, “12”den vuran “Eylül”ü hatırlatan her sonbahar mevsimi anlatılmaz bir elemin yaşandığı kahır dolu günlerdir... İşkencehânelerde her türlü zulme mâruz kalan, gençliklerini yaşamadan yaşlanan, çektikleri acıları en yakınlarından bile saklayan, sessiz çığlıklarını yüreklerine saplayan, âşinâ oldukları “melâl”in asâletini yaşayan ve fakirin ‘Onlar’ diye vasfettiği ‘Mazlum ve mahzun bir nesil” olan “Eylül’ün Kırdığı Gül”ler için, her hazan mevsimi târifi imkânsız simsiyah bir hüzündür.
Çünkü ‘Onlar’; “Mukaddes bir dâvâ”nın etrâfında bir araya gelmiş; 1980 öncesinde tezgâhlanan kirli senaryoların tam ortasında kalmış; Soğuk Savaş Dönemi’nin hükümrân olduğu yıllarda gençliğini, okulunu, istikbâlini, hayatını ve arkadaşlarını kaybetmişlerdi.
Çünkü ‘Onlar’; “Tarafsızlık adına denge politikalarına malzeme yapıldıkları oduncu kantarına benzeyen 12 Eylül adâletinin (!)”getirdiği haksızlığın, zulmün ve mahkûmiyetin her çeşidini bizâtihi yaşamışlar; mağdûriyetin, mahzûniyetin ve mazlûmiyetin her türlü hüznünü yüreklerinin bütün hücrelerinde duymuşlardı.
Çünkü ‘Onlar’; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu bir kafiyesi olmak isteyen, İ’lây-ı Kelîmetullah dâvâsına olan sadâkat fermânını kanlarıyla yazıp canlarıyla mühürleyen, “Bu düzen batmaz ise bu vatan batacaktır.” diyen, “gölgesiz ve lekesiz bir adâlet nizâmı” kurmak için canını ve kanını sebîl eden 20. yüzyıldaki gâzî-dervişlerdi.
‘Onlar’ ki; bir 12 Eylül’de “vurguncu düzenin işbirlikçileri” tarafından yüreklerinden vurulan, “vatanı ve milleti çok sevmenin hesâbı” akıl almaz işkencelerle sorulan, Mamak’taki “C-5”lerde çarmıha gerilen, yargılanmadan haklarında îdam kararları verilen, hüzünleri semâvî sevdâların huzûr ikliminde durulan, hâlâ gözbebeklerinde “Ay-Yıldızlı bir sevdâ”nın coşkusu ve heyecanı bütün renkleriyle görülen vefâkâr ve cefâkâr insanlardı. Ve ‘Onlar’; kimsesizliğin, çâresizliğin ve yapayalnızlığın her çeşidini yaşamışlar; ezânın, cefânın ve çilenin her türlüsünü yudumlamışlar; fakat hepsinden daha çok, “vatandaki gurbet”ten ıstırap duymuşlardı.
‘Onlar’ı yâd ettiğimiz zaman, içimizi sızlatan bir hicrânın feryâdını duyarız kalbimizde... Fırtınalı yıllardan geriye kalan ve bedeli çok ağır ödenen bir hareketin geçmişini ve bugününü çok farklı duygular içinde hatırlarız... Gönlümüzü şâd eden nice hâtıralarla coşarken; yüreğimizi yakan hâdiselerin efkârında için için ağlarız.
‘Onlar’ı yâd ettiğimiz zaman, çıkarsız dostlukları, karşılıksız sevgileri, çekilen acıları, verilen şehitleri, yüreğimizin en mûtena köşesine oturttuğumuz eskimeyen hâtıraları, bâzen âh ederek, bâzen târifsiz bir heyecan duyarak ve bâzen de gönlümüze çöken koyu bir hüznün gölgesinde gözlerimiz bulutlanarak anarız... Öğrencilik yıllarımız, “Ocak”larda geçen acı-tatlı günlerimiz, uykusuz gecelerimiz, fikir çilemiz, kutsî ideâllerimiz ve gençlik hayâllerimiz resm-i geçit yapar gözlerimizin önünden...
‘Onlar’ı yâd ettiğimiz zaman; 12 Eylül öncesi verilen mücâdeleler, mukaddes bir dâvâ için ödenen bedeller, karda-kışta omuzlanan şehitler, delikanlı çağında sırtlanan mesûliyetler, bir “Kara Eylül”le zirve yapan işkenceler, Mamak’taki mahkemeler, Taş Medreseler, izbe zindanlar, karanlık ve soğuk hücreler, rutûbetli koğuşlar, gergin voltalar, tezgâhlara açık maltalar ve şafak vaktinde infâz edilen îdamlar bir bir canlanır hayâlimizde... Yaşıtları, kendi gelecekleri için tozpembe hayâller kurup, “oyunda, oynaşta” günlerini gün ederken; “Bu Ülke” uğruna çile çekenler, en güzel yıllarını hapishânelerde geçirenler, cezâevi dışında madden ve mânen perîşân olan âileler; her hafta bin bir sıkıntıya, zorluğa ve tahdide rağmen Mamak’taki yakınlarını ziyârete gelmekten yorulmayan vefâlı insanlar, bîçâre babalar, gözü yaşlı analar, çilekeş kardeşler ve nişanlısı îdama mahkûm edilen bahtı kara yavuklular hüzünle düşer yâdımıza... Bütün bunlar hâyalimizde canlanırken; kalemin kırıldığı, darağacının kurulduğu, sükûtun yorulduğu, konuşmanın beyhûde olduğu zamanlarda duyduğumuz ve kelimelerle aslâ târif edilemeyen bir hâlet-i rûhiyeyi yeniden yaşarız…
Tilâvet ettiği son hatmin duâsını îdam edilmeden önce bizzat kendisi yapan, celladından bile helâllik isteyecek kadar kâmil bir mü’min olan, yüreğinde Hubeybî bir îman taşıyan ve;
“Sevgili’ye giden yolu
Darağacında bulan”
Mustafa Pehlivanoğlu’nun, Ali Bülent Orkan’ın, Selçuk Duracık’ın, Halil Esendağ’ın, Fikri Arıkan’ın, Cevdet Karakaş’ın, Ahmet Kerse’nin, Cengiz Baktemur’un ve İsmet Şahin’in; metânet, fazîlet ve cesâretle Hakk’a yürüyüşlerini hatırladığımız zaman hıçkırıklara boğuluruz...
‘Onlar’ı her yâd ettiğimizde; ‘urganlı şafaklardan nurlu basamaklara’ yol bulan ‘Yusuf Yüzlü Dokuz Yiğit’in acısı kavurur yüreklerimizi... “Bir ekmeği bölüşen; bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümîdi paylaşan; ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla ve ölümle cilveleşen...” alperenlerin hâtıraları yakar içimizi... Ve koyu bir hüzn-ü tahattur, otuz yıl öncesine alıp götürür bizi...
Müşterek bir geçmişin azîz hâtıralarını ihtiramla yâd edenler için “ülküdaşlık”; aynı ana-babadan sudûr eden kardeşliğin bir önceki hâli, âhiret kardeşliğinin bir sonraki mertebesidir ve “dâvâ arkadaşlığı” da “kardeşlik hukuku”ndan bir cüzdür. Bu anlayışın müntesipleri; ‘Onlar’ı, kalplerinin en müstesnâ yerinde misâfir etmişler ve hiçbir şartta “dünya ve âhiret “kardeşlik hukuku”nu inciten; edebe, ahlâka ve insanlığa sığmayan bir laf ederse, unutmaması gerekir ki, “üslûbu beyân aynıyla insandır” ve “kem söz sahibine âittir.” ‘Onlar’ ki , “dâvâ arkadaşlığı”ndan bî-haber olanlara “Edeb Yâ Hû” derler ve mâziye dayanan dostluğa verdikleri ehemmiyet sebebiyle de daha fazla bir söz söylemezler. Çünkü ‘Onlar’, “Bir Güzel Ülkü” için bir ömür hasreden; kalemi, kelâmı ve selâmı Kıble’ye dönük olan; “Ülkücülük” denince duyguları şâha kalkan, bütün “ülküdaş”larını rozetiyle değil yüreğiyle kucaklayan ve çizgilerinde kırıklık bulunmayan “Delikanlı Ülkücüler” giymeye başladıkları beyaz kefenleriyle her geçen gün biraz daha gün batımına yaklaşıyor ve “âsûde bahar ülkesi”ne vâsıl olanlar artarken, “dünya gurbeti”ni mesken tutanların sayısı “Kıbrıs Gâzîleri” misâli bir bir azalıyor.
Yahyâ Kemâl, bir şiirinde;
“Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık,
Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık”
diye duygularını dizelere dökerken, sanki doksan yıl öncesinden ‘Onlar’ı târif ediyordu. Zîrâ ‘Onlar’, dün olduğu gibi bugün de yine hor görüldükleri, yalnız kaldıkları ve akıl almaz töhmetler altında bırakıldıkları için, yine mazlûm, yine mahzûn ve yine mağdur; belki de kendi ülkelerinde hep öksüz, hep yetim ve hep sâhipsiz oldukları için dünkünden çok daha gönlü kırık, daha muğber ve çok daha muzdaripler.
‘Onlar’; terörist artığı liberaller, ateist kalıntısı eski tüfekler, sentetik sosyalistler, rüzgârgülü ideâlistler, devşirme dâvâ adamları, fason demokratlar ve etnik fitneye çanak tutan, ama Türk milliyetçiliğini tekfir eden new-zuhûr muhafazakârlar gibi “değişim fırtınası”na kapılmadıkları gibi; inançlarını, ölçülerini ve ideâllerini de berhavâ etmediler ve ettirmediler…
‘Onlar’; vâsıtaları gâye yerine koymadıkları ve araçları amaç edinmedikleri için; ne şahısları, ne de nefislerini putlaştırdılar. ‘Onlar’; Allah (c.c.) hatırından daha üstün bir hatır, vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat tanımadıkları için, bâzıları gibi ne millî dâvâlarından, ne de Besmeleli sevdâlarından vazgeçtiler. ‘Onlar’; “Din, dil, tarih ve millet” konularına Türk-İslâm medeniyet penceresinden baktıkları için, batıcı-pozitivist zihniyetin günümüzdeki temsilcileri olan ‘turfanda ulusalcılar’la, yâni Moskova ve Pekin’in güdümünden hiç ayrılmayan millî münâfıklarla da aslâ kol kola girmediler ve hiçbir zaman müşterek hareket etmediler. Çünkü ‘Onlar’; inançlarından, ideâllerinden, milliyetlerinden ve şahsiyetlerinden kat’iyen tâviz vermediler…
‘Onlar’, ne ibâdetlerini ticâret metaı yapan politika tüccarı, ne “sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasi”nin omurgasız elemanı, ne de menfaat dağıtan iktidarların bozuk parası oldular.
‘Onlar’; ilkeleri olmayan köşesiz siyâset adamlığına ya da köşe dönmeciliğe teşne bir vatanperverliğe veya dünyevî arzulara peşkeş çekilen bir mâneviyatçılığa değil; hükümet menzilli siyâsî hedeflerin ötesindeki kültür ve medeniyet mihverli bir ideâlizme, inanç ve ahlâk nizâmını kuvveden fiile geçiren ecdât yâdigârı bir fazîlete, şahsî sevdâları hiçe sayan ve gelecek nesilleri kucaklayan millî mefkûrelere tâlip oldular. Çünkü ‘Onlar’; her zaman ve her şartta “ülkücü” olarak kaldılar ve bu sıfatı taşımayı en büyük şeref bildiler…
‘Onlar’; korkunun dağları sardığı “kenan tûfanı”nın en şedit günlerde bile ülkülerini yüksek sesle dile getirdiler. ‘Onlar’; en vahşî işkencelere uğradılar, çok ağır bedeller ödediler; îdam sehpalarının altından vakarla geçtiler ve hiçbir zaman zâlimlere boyun eğmediler.
‘Onlar’; zindan karanlığında kaldılar, fakat gönül mîmarlarının rahlesinden yüreklerine semâvî ışıklar taşıyıp, gözlerine rahmet bulutları indirerek seyyiatlarını gözyaşlarıyla yıkadılar ve nefs-i emmâreden nefs-i kâmilîne giden yolda hep mesâfe aldılar.
‘Onlar’; “Erdem” şâhikası bir mustarip olan 20. yüzyılın Şeyh “Gâlip”inden hem feyz aldılar, hem de gönderdiği “Mektup”lar sâyesinde “garip” kalmanın ıstırabını hafiflettiler. Zâten ‘Onlar’; bu fânî dünyada “garip” olarak yaşadılar ve “Emrine şükür!” duâsını dillerinden hiç düşürmediler. ‘Onlar’; garip geldiler, garip kaldılar ve garip olarak öldüler; ama ne Altı Köşeli Yıldız’ın, ne de İstavroz’un gölgesinde zevkten dört köşe oldular.
‘Onlar’; inandıkları yolda dosdoğru yürümeyi ve dimdik olmayı şiâr edindikleri; dâr-ı dünyada bırakın nâmerde, merde bile muhtaç olmayı kabul etmedikleri için kırılmayı göze aldılar, fakat hiç bir zaman eğilmediler ve bükülmediler…
Çünkü ‘Onlar’;
Daha bıyıkları bile terlemeden; “Ülkü denen nazlı gelin”e vurulmuşlar ve Ay-Yıldızlı sevdâlarıyla destan olmuşlardı dillere…
Çünkü ‘Onlar’;
“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” diyerek gözlerini daldan budaktan sakınmadan bu kutlu mücâdeleye atılmışlar ve gönüllü olarak çıkmışlardı bu meşakkâtli yollara...
Çünkü ‘Onlar’
“Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın…”
îkâzına uymuşlar ve “Yeni Bir Türk Asrı”nın inşâsı için gönül seferberliğini başlatmışlardı Tûran denen illere...
‘Onlar’;
“Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz Sensiz;
Ne mülk ü mâl u câh ister, ne de zevk ü safâ ister.”
diyerek “Gül” aşkıyla meftûn olmuşlardı, “Gülzâr-ı Nebî”de açılan katmer güllere…
‘Onlar’; emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın ve astığı bayrağın hakkını ödemek için; varlıklarıyla bu vatana yıllar yılı kan verdiler, can verdiler, akla-hayâle gelmez insanlık dışı muamelelere uğradılar; fakat buna rağmen mübârek ecdâdımızdan tevârüs ettikleri bir asâletle hareket ettiler, “kan kustular”, fakat dosta-düşmana karşı “kızılcık şerbeti içtik” dediler; belki de “bile bile aldandılar, kaybettiklerine değil aldatıldıklarına yandılar ve -üstü kalsın diyerek- hesâbı -acı acı- gülümseyerek imzâladılar.”
‘Onlar’; “devletlü”ler tarafından insanlık dışı zulme ve haksızlığa uğrasalar da, “Ben kırk kere İsmâil / Babam İbrahim değil” deseler de, devlete kırgın ve muğber olsalar da, kendilerine bunca işkenceyi revâ gören cuntacılara ateş püskürseler de, vatandaşlıktan çıkartılıp sürgünde yaşamaya mecbur bırakılsalar da; “Her şeye rağmen bu devlet bizim devletimizdir” demişler, ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, ne de Uluslararası Adâlet Dîvanı’na Türkiye’yi şikâyet etmeyi zül kabul etmişler; bırakın bu işe teşebbüsü, bu düşünceyi hatırlarından bile geçirmemişlerdir.
Çünkü “Hilkat, ‘Onlar’ın kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah(c.c.)’a adanan kınalı kurbanlık koçların hamuruyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmiş”ti.
Çünkü ‘Onlar’;
Sarsılmayan îmanları,
Bitmeyen heyecanları,
İnanılmaz kahramanlıkları,
Dünyayı hiçe sayan yanları,
Haram değmemiş kazançları,
Değişime uğramayan inançları,
İçten dışa doğru kucakladıkları “millet-ümmet-beşeriyet” eksenli ideâlleri,
Hudutlarla aslâ sınırlanmayan ve şimdiki zamana mahpus kalmayan hayâlleri,
Menfaat tornasından ve haramî sofrasından geçmeyen tâvizsiz hâlleriyle;
“Ay-Yıldızlı bir bayrak”, “İpeğe sarılmış çelik”, “İstikâmet sahibi bir güzel insan”, diye vasfedildiler ve gerçek birer “dâvâ adamı” diye tesmiye olundular. ‘Onlar’; hiçbir zaman ve hiç bir şartta ne “adam”lıklarına halel getirdiler, ne de “dâvâ”larına gölge düşürdüler... Bu sebeple siyâsî muârızları tarafından bile “Adam gibi adam” diye nitelendirildiler.
Hâsıl-ı kelâm, her türlü toplum mühendisliğinin sergilendiği “siyah-beyaz bir cinâyet filmi” olan “12 Eylül”le, akl-ı selîmin şirâzesinden çıktığı bir siyâset filmi olan 12 Eylül 1980’le-2010 arasında geçen şu 30 yılda; “temel referanslar”, “fikrî müşterekler” ve “siyâsî tercihler” başta olmak üzere pek çok şey değişse de, “değişim” (?!) modası, herkesi ve her şeyi perde-pûş eylese de, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” kelâmı herkesin dilinden düşmeyen bir söz hâline gelse de, ‘Onlar’; değişimin, dünyanın değişmez bir kuralı olduğuna, ama bazı değer yargılarının değişmemesinin de hayatın bir başka değişmez kâidesini oluşturduğuna yürekten inandılar. ‘Onlar’; ülkücülüğü, sıradan bir siyâsî hareket değil; bir medeniyet iddiâsına sâhip olan, kalbi Türkiye için çarpan, gönlü Türk-İslâm Dünyası’nı kucaklayan ideâlist insanların savunduğu bir dâvâ ve millî-İslâmî-insânî hasletlere sâhip ahlâkî bir duruş olarak gördüler. ‘Onlar’; dînî ve millî referanslarını hiç değiştirmediler, aslâ devşirilmediler, şahsî menfaatlerin ve dünyevî sevdâların peşinden gitmediler, kişilik ve kimlik zaafiyeti göstermediler. Ve ‘Onlar’dan dünya misâfirliğini tamamlamayanların büyük çoğunluğu, zihinlerinde ülkenin geleceğine ve Türk Dünyası’nın istikbâline dâir büyük projeler bulunmasına, birikim ve kâbiliyetleriyle çok daha üst seviyede bir hayata ve makâma lâyık olmalarına rağmen; inançlarından ve ülkülerinden hiçbir zaman tâviz vermedikleri, harama el uzatmadıkları ve dünyevî mevkîler için eğilip bükülmedikleri için, sâde bir hayat sürdüler ve sıradan bir insan olarak aramızda yaşamaya devam ettiler.
Kim bilir;
Belki bir caddede yorgun adımlarla yürürken gördüğünüz,
Belki bir belediye otobüsünde sırt sırta verdiğiniz,
Belki bir hastane koridorunda yan yana durduğunuz,
Belki bir şehirde güven veren duruşundan cesâret alıp, adres sorduğunuz,
Belki vakur tavırlarına ve babacan hâllerine kanınız kaynayıp yanına vardığınız,
Belki aynı mahallede komşuluk yaptığınız, samîmiyetiniz çok fazla olmasa da bir haksızlığa uğradığınızda hemen yanı başınızda bulduğunuz ve sıkıntılı günlerinizde yardım almak için başvurduğunuz,
Belki, sert bakışlı, hilâl bıyıklı ve saçları dökülmüş bir devlet memuru diye vasfederek odasına girdiğiniz,
Belki; emekli olup, elinden tuttuğu torununu parkta gezdirirken bir anda dostluk kurduğunuz,
Belki, omuzlarına binmiş olan hayatın yükünü taşıma telâşı içinde çırpınırken, bir vesîleyle sohbet etme saâdetine erdiğiniz,
Belki televizyondaki bir tartışma programında ya da bir panelde dinlediğiniz; duruşundaki vakâra, hitâbındaki asâlete, düşüncelerindeki berraklığa ve konuşmalarındaki mantık silsilesine hayran olup, ‘Sağlığın, vatanın ve devletin kıymeti kaybedilince anlaşılır!’ diye biten bir cümlesinden nice hikmet çiçekleri derdiğiniz,
Belki; dünkü celâdet ve cevvâliyetine taş çıkartan bir sükûnet ve teslîmiyetle bir mürşîdin rahlesine diz çöküp, nefsini dize getirmeye çalışırken bir dergâhta buluştuğunuz ve bir hatmeye birlikte oturduğunuz,
Belki, neden millî-İslâmî ve insânî problemleri bu kadar dert edindiğine, neden Türk-İslâm Dünyası’nın her meselesine hassâsiyetle sâhip çıktığına, neden hâdiselere mübârek ecdâdımız gibi “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” zâviyesinden baktığına ve niçin yıllar yılı “yatağına kırgın” aktığına ya da akıtıldığına akıl yorduğunuz;
Bir kimseye rastlarsanız, bu kişi belki de ‘Onlar’dan birisidir.
Artık, ömrü ikindiye çoktan merhaba demiş, yaşı elliyi çoktan devirip, altmışına-yetmişine merdiven dayamış, tâvırları olgunlaşırken millî hassâsiyetleri hiç azalmamış, haksızlık karşındaki tepkileri sessiz perdelerde kalmamış bir kişiyle karşılaşırsanız, bu kişi de büyük ihtimâlle ‘Onlar’dan birisidir.
“Türkiye” deyince bakışları çakmak çakmak olan, “İstiklâl Marşı” oku/nu/rken gözleri dolan, “Mamak” denilince yürekten bir “âh” çekip derin bir elemin içine dalan, “Yemen Türküsü”nü dinlerken en koyu hüzünler gözbebeklerinde dalgalanan ve “Çırpınırdın Karadeniz” marşını hançeresini yırtarcasına haykıran birisini görürseniz, bu kişi de mutlaka ‘Onlar’dan birisidir.
Bir gün “Sonsuzluğun Sâhibi”ni tefekkür ederken aşka gelen, bir gün minârelerden “Şehbâl açan rûh-ı revân-ı Muhammedî”yi dinlerken, dudaklarından
“Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli”
dizeleri dökülen; bir gün elindeki tespihini ritmik hareketlerle çekerken Türk Milleti’nin “Gül” aşkını büyük bir coşkuyla dile getiren; “İ’lây-ı Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü”nden bahseden ve külhânî tavırlarına Medrese-i Yusufîye’de dervişhan muhabbetler ekleyen birisine rastlarsanız, biliniz ki bu kişi de mutlaka ‘Onlar’dan birisidir.
‘Onlar’ ki, 80 öncesinden söz açılınca boğazlarına bir yumruk tıkanır, şehit olan can gardaşlarını hatırlar ve sükûtun çığlıklarındaki derin düşüncelere dalıp giderler… ‘Onlar’ ki; kan ve barut kokulu can pazarında ülküdaşlarıyla omuz omuza verdiği günleri, şafaklarına kan damlamış geceleri ve meşakkâtin her çeşidinin paylaşıldığı o çileli zaman dilimindeki candan arkadaşlıkları anıp, eski hâtıralarını yaşlı gözlerle yâd ederler.
‘Onlar’dan sadece bir kişiyi bile tanımışsanız, diğerlerini de çok kolay tanırsınız. Bakışlarındaki inanç, tavırlarındaki vakar, düşüncelerindeki ideâlizm, duruşlarındaki asâlet, karakterlerindeki mertlik, tokalaşıp-kucaklaşmalarındaki sertlik ve bu sert görüntünün arkasında saklı olan engin merhamet, hudutsuz bir samîmiyet ve vatan sevgisindeki o büyük kesâfet, bu “kayıp neslin” değişmez özellikleridir.
Fazla söze ne hâcet; ‘Onlar’ı tanımak için sadece gözlerine bakmanız yeterlidir… Çünkü hangi yaşta olurlarsa olsunlar, onların gözlerine Ay-Yıldızlı bir sevdâ ışığının demir attığını görür ve bakışlarıyla terennüm ettikleri;
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır…”
anlayışındaki bir inancın tezâhürlerinin, “kâl” değil, “hâl” olduğuna gösterdikleri millî reflekslerle tanık olursunuz...
Ve ‘Onlar’ın düşüncelerinde;
“Alperenler; bir aşılmaz dağdılar,
Aydınlığa gönül verip, yıldızları sağdılar…
Nurlanıp, nur üstü nurdan,
Tekbirlerle doğdular…
Tek başına destandılar,
Tek başına çağdılar…”
anlayışına müdrik bir ideâlizmin kıyam ettiğine ve sînelerinde, rozetlerinden çok daha büyük bir yürek taşıdıklarına şâhit olursunuz vesselâm…
Bu vesîleyle “Eylül’ün Kırdığı Güller”den âhirete göçenleri hayır duâlarla yâd ediyor; Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diliyor, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’dan şefkât ve şefâat niyâz ederken, “Güzel atlara binip giden o güzel insanlar”a Yahyâ Kemâl’in Vedâ Gazeli’nden bir beyitle sesleniyorum.
“Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde;
Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler…”
Ve ‘Onlar’ diye tesmiye ettiğimiz ‘Kıble yürekli “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Bozkurt duruşlu ve Turkuaz düşünceli bu güzel insanlar’dan hayatta olanlara; hayırlı bir ömür, sağlık, âfiyet ve saâdetler diliyorum.
“12 Eylül”ün yıldönümünde kaleme aldığımız bu yazı vesîlesiyle, kendisini ‘Onlar’dan birisi olarak gören ve Allah (c.c.) rızâsı ülküsüne gönül veren herkese en kalbî muhabbetlerimi ve bâki selâmlarımı arz ediyorum:
“Gönülleri birleşenler selâm sizlere;
Uzaklarda dertleşenler selâm sizlere...”
12 Eylül 2010