Muhayyel değil, yaşanmış Ülkücülüğü ve kadim Ülkücüleri anlatan, ölümün riyâsı olmadığı için şehâdeti hayatlarıyla tefsir eden, cihâdı da, cihatsız mücâhitleri de, Fâtiha’yı da çok iyi bilen; kıble yürekli, “gül” gönüllü, hilâl bakışlı, bozkurt duruşlu ve tûran düşünceli gerçek Ülkücüleri ve Ülkücülüğü, günümüzde yeniden târif etme gerekliliği açısından, -20 yıl önce kaleme aldığım ve belki de birçoğunuzun okuduğu- ‘ONLAR’ başlıklı yazımı 2019’da bir kere daha arz ediyorum:

"ONLAR"

Mazlum ve mahzun bir nesil

Hayatlarını dâvâları için sebîl ettiler. Tarihteki isimsiz kahramanları temsil ettiler. İnançlarına bağlı, Tûran illerine sevdalıydılar. “Türkiye” denince kalpleri bir başka çarpardı. Yüreklerinde hep vatan ve bayrak aşkı vardı. Türk’e muhabbeti İslâm’a hürmet bildiler. Gönül mîmarlarının rahlesinde gerçek aşkı buldular. Ve her zaman “Türk-İslâm Ülküsü”ne sâdık kaldılar.

Taş medreselerin Yusuf yüzlü mazlumları hayatlarının baharında “Eylül”ü yaşadılar. Fırtınalı yılların toz-duman ortamında bu ideâlist gençlerden bir kısmı, şehâdet güllerinin derildiği bahçelerde dünya misâfirliğini tamamladılar. Delikanlı çağında Hakk’a yürüdüler. Musallâ taşına konup namazları kılınırken, “Er kişi niyetine” tekbir alan her kişi, onların tam manâsıyla “Er kişi” olduklarını çok iyi biliyordu.

Onlar; nefretin kucağına oturmayıp, muhabbetin ocağını tüttürdüler. Ergenekon’dan yola çıkan “Oğuz Han nesli” olarak Mekke’nin tevhit nûrunda yıkandılar. Gece vakti batmayan güneşi, secdede buldular. Kimi zaman Yunus, kimi zaman Yavuz oldular.

Onlar; fıtratlarının ve meşreplerinin gereğini yerine getirip, “Yüce dileğe doğru” yola çıktılar. “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” diyerek hedefe doğru vakur adımlarla yürüdüler.

Onlar, en olumsuz şartlarda bile firûze sevdâlarını âşikâr ettiler; kimi zaman tek başlarına kaldılar ama hak bildikleri yolda yalnızlığın asâletini yaşadılar.

“Vakti gelmiş dökülür, yel neylesin gazeli” şarkısının zamanı anlattığı, ılık sabah meltemlerinin yerine sonbaharın serin ve sert rüzgârlarının esmeye başladığı, sararmış yaprakların dallarından bir bir kopup aslına rücû ettiği her hazan mevsiminde; hayattayken destanlaşan “Eylül’ün Kırdığı Gül”leri, “Güzel atlara binip giden” o güzel insanları, onların mazlum ve mağdurken mahkûm olan dâvâ arkadaşlarını, “hor, öksüz ve büyük” olan dâvâlarını anlatmayı ve o idealist yiğitleri yâdetmeyi; mutlaka îfâ edilmesi gereken, ihmâli mümkün olmayan bir vazife bilirim... Kimdi ‘Onlar’?

Onlar; ‘Gâyesiz bir hayatın, mânâsız bir kelimeden ne farkı vardır’ düşüncesiyle, hayatlarını İ’lâ-yı Kelîmetullah dâvâsına adayan, “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” diyerek “Bir hilâl uğruna” gurûb eden güneşlerdi. “Hubb-ül vatan minel îman” (Vatan sevgisi îmandandır) diye buyuran İki Cihan Serverimiz(s.a.v.)’in mukaddes dâvâsının karasevdalısıydılar.

Onlar, “Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun” diyerek; vatana can, bayrağa kan veren muzdarip bahtiyarlardı.

Onlar; sahte hakikatlerin sayısız yalanları yerine, Mutlak Hakîkat’in sönmeyen nûrundan ilham alarak küfrün karanlığını İslâm güneşiyle aydınlığa tedvîr etme cehti ve aşkı içinde “Çağrımız İslâm’da dirilişedir” diye cihâna seslenen, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ni “cihat” ruhuyla yorumlayarak, Anadolu yaylasından dün olduğu gibi bugün de ayağa kalkacak bir hareketin insanlığı yeniden îman çağına ulaştıracağına ve bu göreve Türk Milleti’nin memur edildiğine inanan bir düşüncenin temsilcileriydiler.

Onlar; ihtişamlı bir medeniyetin inşâsı için besmele çekip zora tâlip olan, mücâdelenin îman, sabır ve çileyle yoğrulması gerektiğine inanan, “zaferle değil seferle yükümlü olduklarını” bilen, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” diyen Anadolu Alperenleri olarak tabutluklardan başlayıp îdam sehpâlarına kadar uzanan bir hayata tâlip oldular, gençliklerini yaşamadan en güzel yıllarını zindanlarda, hücrelerde geçirdiler. “Yusûfiye” denilen çilehânelerde yeni bir ruh ve aşk potansiyeli idrâk edip, nefis terbiyesini tamamladılar.

Onlar, vatanda gurbeti yaşarken bile milletin derdiyle Mecnûn oldular; telli duvaklı bir sevgilinin değil, “Ülkü dene nazlı gelin”in peşinden gittiler, tarihe yeni kahramanlar armağan edip, hüzünle umudu birlikte çivilediler gözlerimize...

Onlar; “dîn ü devlet, mülk ü millet” adına gelecek nesillerin tarihi sorumluluğunu genç omuzlarında taşıdılar, ideâlistçe yaşadılar, delikanlılığın kitabını yeni baştan yazdılar, “Bir Güzel Ülkü”nün peşinde koşmaktan gençliklerini yaşayamadılar, kendileri için ayıracak zaman bulamadılar ve inandıkları değerlerinin kavgasını verirken; “Mukaddes dâvâlarda ölüm bile güzeldir.” dediler…

Onlar, kutsal dâvâları için şahâdet şerbetini içtiler…“Yaslı, yaralı Türklerin” bağımsızlıklarına kavuşmalarını göremeseler de, onların hayâllerinde “Esir Türk illerinin hürriyet mücâdelesi” çok önceden neticelenmiş, “Güzel Türkistan senge ne boldu” diye haykırırlarken bile mübârek Gökbayrak çoktan zafer burçlarına çekilmiş, Kafkaslardan esen yellerle Karadeniz çırpınırken “Yeni bir Türk Asrı”nın doğacağına gönülden inanmışlardı.

Onlar; hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, muhabbetleri de, nefretleri de Türk-İslâm Ülküsü’ne göre şekillenen Alperenlerdi. Süflî sevdâlar onların gönlünde aslâ yer bulamadı. Basit dünyevî hesaplar ve menfaatler için ideâllerini rafa kaldırmadılar. Kalbini ve beynini hiç bir zaman midelerinin emrine vermediler. Onlar¸ Nefsini yularla güdenlerdendi’, yularını nefsinin eline verenlerden olmadılar. Allah(c.c.)’a hakkıyla kul oldukları için, kula kulluk etmediler.

Onlar; “...öğretilmemiş, tevârüs edilmiş bir asâletin emriyle; gâhi kızılcık, gâhi keder, gâhi sabır, gâhi ecel şerbeti içtiler de, bir dem olsun kan tükürmediler...” Çünkü Onlar; ‘Şerefle kaybedilen dâvânın üzüntüsü bir gün sürer, şerefsizce kazanılan makam ve mevkiin zilleti bir ömür boyu devam eder’ diyen koç yiğitlerdi.

Onlar; Efendimiz’in “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadîsini serlevhâ ettikleri için zulme ve haksızlığa rızâ göstermediler. “Mazlumlara karşı izzetli ve merhametli, zâlimlere karşı da onurlu ve kuvvetli” oldular. “Kadife eldiven içindeki çelik yumruk” diye târif edildiler. Hakk’ın sevdasıyla zamâna ve mekâna meydan okudular. Makâma, şöhrete ve servete îtibar etmediler. “O’nu bulan neyi kaybetmiştir ki, O’nu kaybeden neyi bulmuştur ki” anlayışının müntesibiydiler.

Onlar, ideâlleri öldürülen bir milletin önce zihnen, sonra da cismen küçüleceğini biliyorlardı. Bu sebeple şahsî ideâllerin değil, millî mefkûrelerin peşinde koştular. Onların lügatlerinde köşe dönmek, şâibeli ihâle almak, rüşvet almak, haraç almak, vebal almak yoktu; gönül almak, duâ almak, şan ve şeref almak vardı. Onların, gayri meşrû edinilmiş malları, haram üzerine binâ edilmiş mülkleri ve alın teri değmemiş bol sıfırlı banka hesapları yoktu ama dünya nizâmını tesis etmek gibi bir ülküleri, Tûran denen mukaddes mefkûreleri ve Türk Milleti’ni “Ufukların Efendisi” yapacak “Kızılema”ları vardı.

Onlar; Türk Milleti’nin muhteşem mâzÎsini daha mükemmel bir istikbâle bağlayacak olan köprünün temellerine kendi bedenlerini toprak yaptılar, taş yaptılar, böyle ulvî bir gâyenin hizmetinde taş-toprak olarak bulunmayı en büyük şeref saydılar.

Onlar; Türk-İslâm dâvâsı için taş oldular, gözlerde yaş oldular, çileyle gardaş oldular, ama alçaklarla aslâ yoldaş olmadılar. “Gâliba hilkat, onların kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların hamuruyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve ferâgatin imbiğinden geçirmişti; onun için ‘maznun’ iken de, ‘mahpus’ iken de, ‘mağdur’ iken de hep güzel kaldılar.”

Onlar; millet kültürü üzerine kurulacak bir devletin Devlet-i Ebed Müddet olacağını, milletle bütünleşmeyen, milleti yok sayan, millete ters düşen yapılanmaların uzun ömürlü olmayacağını bilen tarih şuurunun sahibiydiler.

Onlar; mâzîyi sâhiplenip, hâli kucaklayarak, istikbâle milletimizin mührünü vurmak isteyen yerli düşüncenin temsilcileriydiler, Batılı değerlerin taşeronluğuna hiç ama hiç soyunmadılar; çünkü onlar Türk’tü, Jöntürk değildi.

Onlar; dînimizle, dilimizle, tarihimizle, millî kimliğimizle kemâl bulan; kültür ve medeniyetlerin rûhî temellerinin inanç, içtimâî temellerinin ise bu inanca bağlı ahlâk nizâmı olduğunu çok iyi bilen, “İçi alev alev İslâm, dışı pırıl pırıl Türk; içi dışına hâkim, dışı içine köle” olan çağımızın gâzî-dervişleriydi.

Onlar; yiğitliklerinin bedelini canlarıyla ödeyip, kendi tarihlerini kanlarıyla yazan, bir kaç damla gözyaşına okyanusları sığdıran, ecdadımızın ifâdesiyle; “Yiğit bir kere ölür, korkak bin kere” diyerek ölümle dost olmuş gönül erleriydiler.

Onlar; çelik bilekliydiler, çatal yürekliydiler, mertlik sembolüydüler, gani gönüllüydüler. Onlar, mübârek ecdâdımız Yavuz Sultan Selim Han gibi “Cesâret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık da ölüme götürür” diyen ve akıncılar çağından günümüze kalan son Osmanlıydılar.

Onlar; “Urganlı şafaklardan nurlu basamaklara” mütebessim bakışlarla yol bulup, âhirete gülümseyip giderken bizleri ağlatan, ruhlarındaki sükûneti yüzlerine yansıtan, hayatlarını hesap günü kazançlı çıkmak için tanzîm eden, dünyevî kazanç ve kayıpları önemsemeyen, Cenâb-ı Hakk’ın ve Kâinâtın Solmayan Gülü’nün sevdasıyla son yolculuklarına “Bir gül bahçesine girercesine” çıkan yiğitlik âbidesiydiler.

Onlar; bir duâ yüceliğindeki, bir duygu inceliğindeki, bir sülüs hat zarafetindeki ulvî ideâllerin, Ocak’ta yanıp, Eylül’de donan bâkî hayâllerin, Taş Medrese’lerin acısıyla hemhâl olan, çilesiyle kemâl bulan münzevî melâllerin sessiz çığlıklarını yüreklerine saplayan, mukaddes ülkülerin nûrâni güzelliklerini kalplerinde saklayan “Îmân ile erdem ile aşk ile / İnsanlığı kenetleyen bağdılar...”

Onlar; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu kafiyesi olmak isteyen, İ’lâ-yı Kelimetullah dâvâsına olan sadakât fermânını kanlarıyla imzalayıp, canlarıyla mühürleyen “Bir aşılmaz dağdılar.”

Onlar; sonbaharın mecâlsiz bıraktığı mihrican vurgunu yemiş yapraklar misâli sararıp solmadılar, baharı yaşarken inancını bir kuvvet iksiri gibi ruhuna doldurup, ülkenin de bu inanç iklimini soluklamasını istedikleri için gök ekinken solduruldular. Onlar, pervâne misâli ateşe korkmadan atıldılar. Onlar, Kıble’den doğan güneşi ufuk çizgisinde buldular. Onlar, en karanlık devirlerde bile gönülleri ışıtan müjdeli bir şafak oldular.

Onlar; sistemin bekçiliğini yapmadılar, dâvâlarının gereğini îfâ ettiler. Birileri onlar adına ihâle almış olsalar bile; onlar sistemin sistemsizliğini sorguladılar, zulüm düzenine karşı kavga verdiler. “Bu düzen batmaz ise bu vatan batacaktır”, “Kavgamız vurguncu düzenedir” dedikleri için, beşeri doktrinleri aşıp İ’lâ-yı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü’nü savundukları için, sistemin hâkimlerinin hâdimleri olmadıkları için, çizmeyi aşıp “çok oldukları” için mimlendiler, zulme uğradılar, haklarında îdam kararları verildi.

mevcut sisteme alternatif olacak “gölgesiz ve lekesiz bir adâlet nizâmı” savunurken, köhnemiş bir düzene çekidüzen vermenin ya da düzenin bir parçası olmanın düzenbazlık olduğunu çok iyi bilecek ferâset ve basîret sahibiydiler. Bu sebeple egemen irâdenin “tehdit sıralamasında” her zaman “tehlikeli” sayıldılar.

Onlar; aynı yağmurda ıslandığımız, aynı sevgiden beslendiğimiz, aynı duygularla seslendiğimiz, aynı mâzîye yaslandığımız, aynı karda kışta, soğukta şehit omuzladığımız, aynı acıları ve sevinçleri paylaştığımız, gençliğini yaşamadan ihtiyar olan, ama sistemin adamı olmayan, inandığı gibi yaşamayı refah içinde yaşamaya tercih eden; çileyle, işkenceyle, zulümle, kanla canla, zindanla imtihana çekilen, “...bile bile aldanan, kaybettiğine değil aldatıldığına yanan, hesabı gülümseyerek imzalayan...” kimi zaman “Yatağına Kırgın” akan ya da akıtılan, “aldatıldığını ve kullanıldığını anladığı için yaralı ve muğber” olan, ama “Alnında nâmus lekesi” taşımayan ve çehrelerinde secde izi parlayan dâvâ adamıydılar.

Onlar; yüreğimizin en mutena köşelerine oturttuğumuz, bâzen tarifsiz bir heyecan içinde, bâzen âh ederek, bâzen de kalbimize derin bir hüzün çökerek yâdettiğimiz, dokunaklı hâtırâları gönlümüze dokundukça ağlamaklı olduğumuz, anılarımızın, gençlik yıllarımızın, uykusuz gecelerimizin, fikir çilemizin, kutsî ideallerimizin, en güzel hayâllerimizin ortağı olan, dünyevî gailelerden âzâde, ferâgat ve fedâkârlıkta zirveyi tutmuş, bencilliğe, ihtirasa, şöhrete ve servete meyletmeyen mahzun ve mağdur bir nesildi. Onların imânından, vatanseverliğinden, dürüstlüğünden, samîmiyetinden hiç kimsenin şüphesi yoktu. Onlar; “...bir ekmeği bölüşen, bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi paylaşan, ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla veya ölümle cilveleşen...” yiğitlerdi.

Onlar; hançeremizi yırtarcasına söylediğimiz kahramanlık türküleriyle ve mehter marşlarıyla coştuğumuz, Kerkük’te Ata Hayrullah, Azerbaycan’da Şehriyâr, Kırım da Mustafa Cemiloğlu, Doğu Türkistan’da Osman Batur olduğumuz, kimi zaman Çin sarayını basan Kürşad’la, kimi zaman Ötüken’deki yiğitler yiğidi Oğuz Han’la, kimi zaman Malazgirt Meydanı’nda Alpaslan’la, kimi zaman İstanbul surlarında Ulubatlı Hasan’la, Çaldıran’da Yavuz Sultan Selim Han’la, Mohaç’ta, Kanuni Sultan Süleyman’la, Bağdat’ta Genç Osman’la, Tuna boylarında akıncı beyleriyle özdeşleştiğimiz ve Türk tarihini ruhumuzda yeniden yaşattığımız serdengeçtilerdi.

Onlar; “istikrar” (!?) ya da “değişim” (!?) icat olup mertlik bozulmadan önce Sâdi Şîrâzî’nin “Dünya bir metâ değil ki, niza’a değsin” sözünü hayat felsefesi yapmışlardı. Dünya nimetleri karşısında eğilmemişler, bükülmemişler “Mal sâhibi, mülk sâhibi / Hani bunun ilk sâhibi” diyen Yunus Emre gibi gönül sultanlarını rehber edinmişlerdi. “Bir Devrin Delikanlıları” diye de tâbir edilen bu Alperenler; “Asım’ın Nesli” de oldular, ‘Beyaz Zenci’ de oldular, “Beşiktaşlı” da oldular, ama asla düzene payanda olmadılar. Millî değerlerimizin, kültürümüzün ve Türk Kimliğinin savunucusu oldular, yaşatmayı yaşamaya tercih ettiler... Zamâna teslim olmamak, zamânı teslim almak için mücâdele verdiler… Onlar, Hakk için yola çıktılar, yoldan çıkmadılar…

Onlar, Allah(c.c.)’tan başkasına minnet etmediler... Eylül’deki hüznü, çileyi, yalnızlığı ve ihâneti yaşadılar, fakat inançlarını ve ideâllerini kat’iyyen inkâr etmediler...

Onlar; beşerî ihtiraslar ve dünyevî menfaatler için başkalaşım geçirmediler. Onlar; mâlum odaklara şirin gözükmek ve menhûs mahfillere yaranmak adına mefkûrelerine gölge düşürmediler, îtibarlarını zedeletmediler. Onlar; mevsimlik ideâlist, sentetik milliyetçi, seyyar kıbleli muhafazakâr, cihatsız mücâhit, fırdöndü demokrat ve fason dâvâ adamı olmadılar.

Onlar; fikir, şuur ve hareket birlikteliğinin idrâkini yaşarken, önce “adam” sonra “dâvâ adamı” olan, ne adamlığını ne de dâvâsını kaybetmeyen Eylül darbesi yemiş destan kahramanlarıydı.

Onlar; birilerinin müsaade ettiği kadar milliyetçilik yapmayı, zinde güçlerin izin verdikleri nispette inançlı olmayı kabul etmeyen; kalemi, kelâmı ve selâmı Kıble’ye dönük olan, gönlü Türk Dünyası’nı kucaklayan, kalbi Türkiye için çarpan Alperenlerdi.

Onlar; resmî bir paragrafta nesne olmaktansa, sivil bir cümlede özne olmayı tercih eden, inandıkları yolda dimdik yürüyen, kırılmayı göze alan, fakat hiç bir zaman bükülmeyen Ülkü devleriydi.

Onlar; başı dik, alnı ak, sevdâsı Hakk olan güzel insanlardı.

Onlar; “Kevser akan, ‘Gül’ kokan” kahramanlardı.

Onlar, “Türk Dünyası”na sevdâlı gönüllerdi.

Onlar, “Eylül’ün Kırdığı Gül”lerdi.

Onlar, Türk’ün yürek sesiydi.

Onlar, Türkiye’nin beşik kertmesiydi.

Onlar, idealizmin son efsânesiydi.

Onlar, Anadolu’nun alın teriydi.

Onlar, “Bu Ülke”nin “yerli”leriydi.

Onlar; bize “Eylül”den değil, “Ocak”tan yâdigârdı.

Onlar; “Bizim Çocuklar”dı...