Fethin sembolü Ayasofya 1934 yılından beri ülkemiz için bir kanayan yaraydı. Bugün önce Danıştay 10. Dairesinin hukuki kararı sonra Cumhurbaşkanlığı’nın kararnamesi ile 1934 yılında Bakanlar Kurulu tarafından verilen müze olma kararı iptal edilmiş oldu ve Ayasofya yeniden cami olma hüviyetine kavuştu.

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinden rahatsız olan bir Müslümanın olabileceğine asla ihtimal veremiyorum. Ayasofya’nın aslına dönmesinden rahatsızlık duyan çok az bir kesimin ise zaten İslam ile ilişkisinin olmadığı da açıktır.

1977 yılından beri İstanbul’dayım. Ayasofya’nın içine girmeyi hiç arzu etmedim. Çünkü orayı müze olarak görme fikrine bile tahammül edemiyordum. Bir de müze yapılıp, ecdadın vakfiyesine para ile giriş olunca tahammülsüzlüğüm artmıştı. O yüzden “Ayasofya cami olarak açılana kadar ziyaret etmeyeceğim.” Kararımı bugün kadar sürdürdüm. Rabbim nasip ederse 24 Temmuz günü seccademi alıp namaz kılmaya gideceğim.

Başta Danıştay 10. Dairesi olmak üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bu davayı açanlar ile Ayasofya’nın camiye çevrilmesi için kararname yazanların hepsini tebrik ediyorum. Niyetlerini Allah (cc) bilir ama ne olursa olsun neticede Ayasofya Fatih’in vakfiyesinde belirtilen şekliyle yeniden cami olarak açıldı.

“Kim zerre miktar hayır işlerse karşılığını görecektir. Kim de zerre miktar şer işlerse karşılığını görecektir.” Ayeti bize bu hususta takip edeceğimi yolu çok açık gösteriyor.

Ayasofya’nın cami olarak açılması isteği Sayın Erdoğan’ın gençliğinden beri seslendirdiği bir idealdi. Zaman zaman, “Sultanahmet camiini doldurun da Ayasofya’yı öyle açalım.” Şeklindeki bazı açıklamaları olsa da bu zamanın konjonktürü sebebiyle yapılan bir açıklama olarak algılamak gerekir.

Sayın Erdoğan’ın Ayasofya ile ilgili yaptığı konuşmanın satır aralarında da yine dünya siyasetine uygun bir açıklama olduğunu gördüm. Sayın Erdoğan’ın, “Tüm camilerimiz gibi Ayasofya'nın kapıları da yerli, yabancı, Müslim ve gayr-i Müslimlere açık olacaktır.” Şeklindeki sözünü şahsen Ayasofya’nın her ne kadar adı cami olsa da girişte para alınmadan yarı müze bir konum verileceği şeklinde okuyorum.

Kimi yazarların, “Ayasofya açıldı ama bakalım batılılar ne diyecek. Bize nasıl baskılar uygulayacak.” Şeklindeki açıklamalarını da tam bir aymazlık olarak değerlendiriyorum. Korkunun ecele faydası yoktur der atalarımız. Hiçbir zaman medeni olamayan ve kendi topraklarındaki yüzlerce camiyi yıkıp yerine kilise yaptıran batının bu hususta söyleyeceği hiçbir doğru yoktur.

Ayasofya ibadete açıldığı için hakkında söz söyleyen ülkeler veya Papalık gibi kurumlar buranın aslının kilise olduğunu söyleseler de gerçek hiçte öyle değildir. Ayasofya’nın ilk olarak Pagan inancına göre inşa edilmeye başlandığını ve sonradan Hırıstiyan kilisesi şeklinde inşa edildiğini tarihçiler söylemektedir.

Ayasofya 24 Kasım 1934’ te Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye dönüştürülerek 1 Şubat 1935’ te ziyarete açıldı. Zamanın konjonktüründe bunun sebebi neydi, bunun açıklamasını tarihçilere bırakmak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti bir yıkılışın ardından yeni kurulan bir devletti ve büyük maddi ve manevi zorluklarla karşı karşıya kalıyordu. Böyle bir dönemde hangi sebeplerden dolayı müze yapıldığının tartışmasını tarihçilere bırakmanın daha doğru olacağına inanıyorum.

Ayasofya’nın cami olarak açılmasında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin payının büyük olduğunu düşünüyorum. Çünkü Bahçeli başından beri bu hususta görüşünü çok açık biçimde şöyle ortaya koymuştu:

“Ayasofya Camii Müslüman Türk milletinin mukaddes bir emaneti, mazisi İstanbul'un fethine kadar dayanan kutlu bir mabedidir. Milletimizin haklı ve meşru beklentisi karşılık bulmuş, Ayasofya'nın kapıları hamd olsun ardına kadar açılarak tertemiz alınların secdeyle buluşması sağlanmıştır. İnanç haklarımızı, egemenlik kazanımlarımızı tahrip ve taciz etmek maksadıyla kuyruğa giren ülkeler, odaklar ve husumetle beslenen çevreler kaybetmiştir. Danıştay 10'uncu Dairesi'nin kararından ziyadesiyle memnun, mesut ve mutmain olduk. Çünkü Ayasofya Camisi'nin ibadete açılması konusu uzun yıllardır tavizsiz arzumuzdur. İrade milletin, karar hukukundur. Ayasofya Camisi'nin Türk-İslam âlemine hayırlı ve mübarek olmasını, bu tarihi mabedimizde yapılacak ibadetlerin, kılınacak namazların kabulünü Cenab-ı Allah'tan niyaz ediyorum."

Ayasofya camisinin müzeye çevrilmesi tamamıyla siyasi bir karardır. Açılması da siyasi bir kararla olmuştur. Zamanın hükümetlerinin veya bakanlar kurullarının bu karaları hangi gerekçelerle aldıkları kayıtlarımızda vardır. Ancak bu ülkenin kahır ekseriyetini oluşturan Müslüman Türklerin Ayasofya’dan daha büyük dertleri vardır. Mesela, Müslüman Türklerin inancına göre haram olan “ZİNA, İÇKİ, KUMAR, FUHUŞ vb.” Gibi büyük günahlar maalesef ülkemizde özellikle son yirmi yıl içinde katlanarak büyümektedir. Siyasi bir kararla camiye çevrilmesi mümkün olan Ayasofya’nın açılmasına elbette evet deriz ama yakın zamanda AB’nin dayattığı İstanbul sözleşmesine imza atılmasını asla tasvip etmeyiz. Şöyle bir karşılaştırma yapsam acaba ne dersiniz:

“İslami yönden Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi mi daha tehlikeli yoksa çocuklarımızı eş cinselliğe iten, ailenin temeline adeta dinamit koyan İstanbul sözleşmesi mi?”

“İslami yönden Ayasofya’nın açılması mı önemli yoksa Allah’ın kitabında haram olduğu çok açık olan faiz, içki, kumar ve fuhşun bu ülkede yasaklanması mı?”

“İslami yönden Ayasofya’nın açılması mı daha önemli; yoksa haksızlıkların, yolsuzlukların ve adaletsizliklerin ortadan kaldırılması mı?

Fatih İstanbul’u fethettiğinde bir fetih nesli vardı. Bugün Ayasofya’nın yeniden fethedilmesi döneminde acaba aynı seviyede bir fetih neslinden söz edebilir miyiz? Ahlaksızlığın alabildiğine arttığı, uyuşturucu kullanmanın neredeyse onlu yaşlara inildiği, LGBT’lilerin sokaklarda cirit attığı, adı milli olan ama kendisi zavallı bir sistem olan Milli Eğitimin hala ABD ile 1948 yılında yapılan Fulbright anlaşmasına ipotek edildiği bir zeminde fetih neslinde söz etmemiz mümkün olabilir mi?

Ayasofya’nın açılması hepimizi mesrur etti ala acaba yüzde yirmileri bulan genç işsizlerimizi de memnun edebildi mi? Onlara iş imkânları sağlayabildi mi?

Bu tür soruların cevaplarını vicdanlarınıza havale ediyorum.

Ayasofya’nın camiye çevrilmesi başta Vatikan olmak üzere kimi Hindu kimi yamyam, kimi bilmem ne bela olanları da rahatsız etmiş. Eğer onlar Ayasofya’nın açılmasından rahatsızlık duyuyorlarsa bizler doğru yoldayız demektir. Batılıların direk olarak egemenliğimize dokunan bu tür açıklamalarını millet olarak önem vermediğimizi herkesin bilmesini istiyoruz. Bu hususta yine bedeli ne ise millet olarak 15 Temmuz’da ödediğimiz gibi ödemeye hazırız.

ÖNEMLİ AÇIKLAMA:

Ayasofya’nın açıldığı şu günlerde egemenlik ile ilgili büyük laflar edilmektedir. Hâlbuki Fulbright anlaşması Ayasofya’dan daha büyük bir egemenlik sorunumuzdur.

ABD Fulbright bürosu, Fulbright komisyonu, Fulbright bursu, Fulbright kredisi, vb. çok sayıda ad altında, yalnız Türkiye’de değil, hemen bütün ekonomik, siyasal işgali altındaki ülkelerde çalışmalarını sürdürmektedir.

27 Aralık 1947 tarihli; Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkındaki Anlaşma’nın en önemli özelliği; Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adı altındaki personel için de yapılmaktadır. ABD’ye, Türkiye’de “yardım” edip “işbirliği” yapacak, geleceğin “Türk” yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika’ya götürülecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.

Sözü edilen Anlaşmanın birinci maddesi aynen şöyledir:

“Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır.

Kurulacak komisyonun yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1 ve 2.1 alt maddelerinde ise şunlar vardır:

“Türkiye’deki okul ve yükseköğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletlerdeki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dâhil olmak üzere finanse etmek.”

Anlaşmanın 5. maddesi, Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim komisyonunun kuruluşunu belirlemektedir. (Burası çok önemli)

“Komisyon; dördü T.C vatandaşı, Dördü de ABD vatandaşı (ki ikisi mutlak C.I.A ajanı olmuştur)olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi, komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir.”

Bu anlaşmayla, Milli Eğitim Bakanlığı’nda bugün çalışmalarını “etkin” bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen, “Milli Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı. Amerikalıların Türk Milli Eğitimine 1947’den beri süregelen ilgileri günümüze dek hiç eksilmedi.

Çıktığı tarihten beri sağ iktidarlar tarafından yönetilen ülkemizde böyle bir yasanın hala devam ediyor olması bir züldür.