Önceki yazılarımla ilgili bir hayli tepki aldım. Çoğu olumlu olanların yanı sıra bazı eleştiriler maalesef iyi niyet sınırlarını aşmıştır. Ben bunlara aldırmaya bilirim. Lakin bu “sözde eleştiriler” üzerinden bazı tespitler yapmanın faydalı olabileceğini düşünüyorum. Bu sebepten önce hangi fikirlerin tepki çektiği sonra da kimlerin ne için tepki gösterdiği üzerinde durmak isterdim.
İşte bazılarında rahatsızlık doğurmuş fikirler …“Parlamentosu’nun yetkileri kısıtlanmış, kaderi bir kaç insanın iradesine mahkûm edilmiş, “bizsiz ülke batar” fikrine teslim olmuş bir Türkiye, maalesef Azerbaycanlaşan bir Türkiye’dir.”, …”milletin servetini babalarının mirası gibi savuran Aliyev rejiminin azgınlaşmış memurları orada başkalarına yaşam hakkı tanımamaktadır.”…gibi benzeri fikirlerdir…
Şimdi bu cümlelerimden dolayı bana ince mesajlar veren Azerbaycan kökenli vatandaşlara aşağıdakileri hatırlatmak isterdim. Yıllardır yaşadığınız, Kanada’da insan hakları ve demokrasinin İmkanlarından yararlanmaktasınız. Buna rağmen demokrasinin nasıl bir nimet, diktatörlük ve devlet zorbalığınınsa nasıl bir felaket olduğunu hala anlamamışsanız size denecek fazla bir söz yoktur.
Eğer bunları Sovyetler döneminden kalma bazı “sorumluluklar” veya Aliyev rejimi ile ilgili bazı “zorunluluklar” sebebinden yapıyorsanız, o zaman da Tanrı yardımcınız olsun.
Ama bilin ki, bunlar sadece vicdani unutmak değil hem de Azerbaycan’da hakkı yenen milyonlarca mazlumun, binlerce yetim, öksüz, hasta ve çaresizlerin hakkına girmektir.
Belki bu yolla dünyalık adına geçici şeyler elde etmek düşünceniz olabilir ama unutmayın ki, bunlar ebedi olan ahiret hayatını riske atan amellerdir. Ayrıca Aliyev rejiminin halka yaptığı zulümlere karşı çıkan insanları sinsi yöntemlerle şantaj etmeniz ise taşımış olduğunuz bir başka vebaldir…
Oysaki ben -kimliğine bakmaksızın- Azerbaycan’da Karabağ sorununu çözecek, ülkeyi geliştirecek, demokrasi ve insan haklarını temin edecek bir hâkimiyet istemekteyim. Çünkü -ben orada yaşamasam da- orası benim ana vatanım, orası benim öz yurdumdur. Çünkü ben o toprakların çocuğu ve o ülkenin evladıyım….
Umarım muhatapları bu sözlerden olumlu sonuçlar çıkarırlar… Bizimse buradan çıkarmamız gereken sonuçlar -diktatör rejimler tarafından- kitleler üzerinde oluşturulan baskıların toplumsal algıya etkileri ile ilgilidir. Zira buradan da gözüktüğü gibi -baskı yöntemleri ile- biçimlendirilen toplumsal algının kodları uzun süre tesirini devam ettirmektedir. Bunun en korkunç yönüyse bu algı kodlarının sosyal normatiflere, oradan ise kültürel elementlere dönüşmesidir. İşte bu yüzden diktatör rejimlerden çıkmış ülkelerin temel sorunları buradan hareketle anlaşıla bilmektedir…
Yukarıdaki fikirlere agresif tepki gösteren Türkiye Cumhuriyeti kökenli bazı insanların gerekçeleriyse insanımızın diğer farklı sorunlarını ortaya koymaktadır. Zira bu arkadaşların dini sebeplerle AK Parti iktidarını adeta kutsaması - muhafazakar kesimlerin gittikçe daha da belirginleşen- algı sorununu göstermektedir. Benim -sadece bir Türkiye sevdalısı olarak- AKP iktidarının hata ve eksiklikleri ile ilgili söylediğim delillerin farklı taraflara çekilmesi ise bu zihniyetin gerçeklerden uzak kaldığını ortaya koyuyor…
Neden mi?
Çünkü, Anadolu’nun muhafazakar zihniyeti emanet aldığı kültürel mirası bir türlü geleneksel düzeyden entelektüel düzeye çıkaramadı. Değişik bir ifade ile bu muhafazakar algı taşra kültürü ile şehir kültürünü kucaklaştıracak entelekti kazanamadı.
Oysaki o zihniyetin beslendiği “Yüce millet, Şanlı ümmet, Cihanşümul hedefler” gibi mefkurelerin gerçekleşmesi tam da bu entelektüel düzeyi elde etmekle mümkün idi.
Lakin ne acı ki, hızla gelişen dünyanın kodlarını kavramak için muhafazakar algının sahip olduğu enstrümanların bazen yetersiz, bazen de yararsız olduğu artık açık bir vakadır. İşte bu yetersizlik ve yararsızlıkları izale etmek için milli seferberlik başlatması gereken mezkûr kesimler maalesef siyasetin şah sahası ve maddiyatın sefasına kapılıp ters vadilere doğru savrulmaya başladılar. Sebepse, bu kesimlerin sadece dünya hayatının cazibesine yenik düşmeleri değildi hem de onların sahip oldukları muhafazakar algı enstrümanlarının yetersizliği ve yararsızlığıydı.
Bunun en mühim göstergelerinden biri de muhafazakâr zihniyetin çoğunluk itibari ile Sanatı haram, Felsefeyi ise küfür kategorisine koymasıdır. Oysaki Kuran’ın müminleri çağırdığı hikmetin algılanması ve anlamlandırılması için Felsefe ve Sanat -olmazsa olmazlar- sırasındadır.
İşte bu bağlamda kendini yenileyemeyen, çağın gerilerinde kalmış tarikat ve zaviyelerin etkisine mahkum olmuş güzelim Anadolu insanı -bu işin lokomotifi olma- şansını kayıp etme sürecine girmiştir. Bu ise sadece Türk ve İslam dünyası için değil hem de insanlık için büyük bir kayıptır… Umarım bu gidişi durdurma şansı hala vardır…Ve umarım ki, yanılıyorum…
Yanıldığımı ise çok ama çok isterdim…