Bundan yüz sene evvel, dünya meselelerinden muaf tutulurdu çocuklar. Savaş çıktığında evvela onlar inerdi sığınağa. Ve fikirleri sorulmazdı dünyanın ahvali konusunda. Bugün, her konuda fikir beyan etmek ve namluya hız veren tetiği ellerimizle çekmek zorundayız. Kurşun ateşlendiği anda, ondan daha hızlı koşarak karşıya geçmek ve yine aynı kurşunla yaralanmak durumundayız. Zalime karşı durmak, mazluma ses olmak mecburiyeti taşıyoruz beş yaşın çok da geniş olmayan omuzlarında.
Bundan tam 18 sene evvel, Marmara İlahiyatın Ahmet Yesevî Binasında dedem Ali Murat Daryal, diğer hocalarla konuşurken durumdan bihaber boyama yapmakla meşguldüm. Beş yaşıma henüz yeni taşınmıştım. Konuşmanın hararetli bir noktasında, belki beni dahil etmek belki de gergin ortamı hafifletmek için, dedem bana döndü ve: “Sen ne düşünüyorsun evladım?” dedi. O soru, o an için değil ama ondan sonraki her an için zihnimi teyakkuz haline geçirdi ve devamlı surette: “Her an fikrim sorulabilir” zehabı ile beni düşünmeye sevk etti. Belki beş yaş bu düşünceler için erken bir vakitti ama o gün bana fikrimin sorulduğu konuyu hala zihnimde berrak bir şekilde taşıdığımı söylemeliyim. Bu, hafızamın sağlam kalmasına da vesile oldu. Ve beni ileride, pek çok durumla meşgul olmak zorunda kalacağım 20li yaşlarıma, sapasağlam taşıdı.
Dedem vefat ettiğinde Kazakistan’ın Türkistan Şehrinde Ahmet Yesevî Üniversitesi’nin yurdundaydım. 18 yaşımda, Yesevî’nin dergahına doğru dalıp gittiğim pencerede içimde iki cümle uyandı. İlki: “Keşke daha çok soru sorsaydım” olmuştu. Zira ilim pınarım kurumuştu o gün. Ama ardından şu cümle gönlümü teselli etti: “O, bana soru sormayı öğretti.” O vakit anladım ki dünyanın seyri içinde alimler terk ettikleri dünyada, içinde sorular olan genç dimağları ebdal olarak bırakıyorlardı. Bu, hem kendinden öncesi kadar muvaffak olamama tevazuuna hem de ondan daha iyi olmak sorumluluğuna tekabül ediyordu. Kemâlâtın yakıcı dengesi içinde, eriyip kuş oluyordunuz böylece…
O günden sonra, karşılaştığım her pınardan, avcuma sığdırdığım kadar su içtim. Öğretmenimi kaybedince, herkesten öğrenmeye giriştim. Bu yolla 21. Yüzyıl’ın devamlı yeniden dağıtılan kartları arasında, yerimi sessizce korudum. Bugün, siyaset bilimci namzedinin namzedi olarak, dünyanın bizi kıskıvrak ele geçirmeye çalıştığı noktayı okumaya azmediyorum. Tahsin Görgün Bey bir eserinde var olan dünya sistemini: “Düşünce ve tezekkürü gereksiz hale getirerek insanları “itaat” ve “isyan” alternatifleri arasında bırakıyor” cümlesiyle anlatmıştır. Buradan yola çıkarak görmekteyiz ki düşünürlerin ve özellikle genç zihinlerin dünya üzerinde maruz kaldığı en büyük saldırı: “Seçenekler havuzuna” hapsedilmektir. İtaat ve isyandan başka seçeneği olmadığını düşünen insan, elbette bu ikisinden birine ve muhtemelen propagandası en iyi yapılana yönelecektir. Halbuki bendine sığmayıp taşan coşkun zihinler, kendisine sunulandan daha fazlasına sahip olduğunu bilmektedir. Gençler artık dünya üzerinde söz sahibi olduğunu fark ediyorlar nitekim.
Bu mesele, tıpkı kemâlâtın yakıcı dengesi dediğimiz ince çizgi gibi şu karışıklığı içermektedir, yaşı dünyayı kavramaya henüz erişmiş gençler, dünyanın dönüyor olmasında bile hız unsuru olabileceklerini fark ettiklerinde, iki yol çıkmaktadır önlerine. Ya seçenekler evreninde boğulacak ve bilgi kirliliğiyle alın yazıları okunmaz hale gelecek yahut bu dizginlenemez atı mahmuzlamak, onların topuklarına nasip olacaktır.
Bu dengeyi korursa ki bu zaten insan hayatının en mühim başarısı olacaktır, o halde dünyanın serim ve düğümünde sözü, çözümünde de imzası olacaktır. Dünya, onun elindeki kalemle yeniden çizilecek ve bakışı resmedilen kuş, kendisi olacaktır. Gözlerini hafifçe kısan ve şahin gözlü olmaya azmeden her genç görecektir ki, dünya üzerinde güneşin parlaklığını görenler kadar, onu örtmek için elinde karanlıklarıyla hazır bekleyenler de çoğunlukta olacaktır. Bu kalabalığın içinde Hamdullah Suphi’nin Mehmet Akif’i seçmesi gibi, pespaye ve güzideyi birbirinden ayıracak olan gözler, bu gencin gözleridir.
Onun özellikleri içinde en calibi dikkat olanı, kâinatın akışına farkındalık katmasıdır. Farkında olmak, her aksiyonun ilk adımıdır zira. Bugün her ne kadar reklam panolarını, algımızın akışkan yoluna taş koymak için büyütseler de zihnimizi ufkumuzdan ayırmayacağız. Bu çok güç olan görevi, insanlık için başarmak zorundayız. İnsanlık için, insanca yaşamak zorundayız.
Algı öyle bir oyun sahasıdır ki kendi mağduriyetinizin baş faili kılabilir sizi. Malcolm X, Hacca gidene kadar, beyaz tenli insanlara şeytan, diyordu. Onlar ırkçıydı ama bunu belirtirken aynı tutumu sergilediğinin farkında değildi çünkü ona mücadelenin ancak böylesi öğretilmişti. Ama kendisinin Hacca gittikten sonra fikirlerini gözden geçirdiğini biliyoruz. Bunu şöyle anlatıyor: “İslâm topraklarında geçen şu on bir günün zarfında gözleri mavilerin en güzeli, saçları sarının en alımlısı, derileri beyazların en beyazı olan Müslümanlarla aynı tabaktan yemek yedik, aynı bardaktan su içtik, aynı hasırda yattık ve aynı Allah’a dua ettik.” Bunun yanında Malcolm X’in uçak yolculuğu esnasında da dört ayrı renkte insanı tanıdığını ve hatta pilotun kendisinden de siyah bir mısırlı olduğunu gördüğünü hayretle anlatıyor. Malcolm X’in hayatı ve bizatihi bu hadise, işler haldeki zihinlerimiz için muazzam bir metafor dengindedir.
Malcolm, Harlem’de, yani suç batağında doğmuştur. Hapse girmiştir ve orada Elijah Muhammed’in önderliğindeki cemaate katılmıştır. O an için huzur, ancak bu öğretide mümkün görünmüştür ona. O seçenek havuzunda, buna mahkumdu demek de mümkündür. Düşünmeyi sürdürdüğü yaşamında, içinde bulunduğu cemaatin yanlışlarını görmeye ve hatta sesli dile getirmeye başlamıştır. Bu, düşünen insanın hem ödülü hem de cezasıdır. Yanlışları görmesi ve dile getirmesi…
Hacca gittiği evreden sonra, siyah tenli olmayan insanlarla giriştiği mücadeleyi sonlandırmış ve yalnızca ırkçılığa, ayrımcılığa karşı durmaya başlamıştır. Kırk yaşında şehit edildiğinde ardında büyük bir mücadele bırakmıştır. Bu tabloda bizim okumamız gereken nokta, zihnimizin gelişime ihtiyaç duyduğu evrede yanlış düşüncelere gark olabileceği, algılarımızla oynanabileceği ve fakat bunu fark edip içinden çıkmanın da yine ancak bu abluka altındaki zihnin sayesinde olduğudur. Bu, karışık görünebilir. Yaşamak, başlı başına karmaşık bir eylemdir.
Gençler olarak, bu sesli, bu geçit vermez kalabalık içinde, yolumuzu adım adım açarak ilerlemekle yükümlüyüz. Sorumluluğumuz kadar, imkânımız da geniş. Dünya omuzlarımızda ama onun talihini yeniden yazacak kalem de elimizde. Öyleyse perde kapansın ve şimdi bizim yazdığımız oyun başlasın…