Nerede böyle hüzünlenmek o zaman;
İçip içip ağlamak,
Uzaklara dalıp şarkı söylemek;
Hafta sekiz ben eğlentide;
Bugün saz, yarın sinema,
Beğenmedin Aile Bahçesi;
Onu da beğenmedin, parka;
Sevdiğim dillere destan;
Sevdiğim,
Meyil verdiğim;
Ben dizinin dibinde elpençe divan,
Samanlık seyran.
Nerde,
Nerde,
Nerde böyle hüzünlenmek o zaman!
(Orhan Veli Kanık)
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımız bu kadim, bu efsunlu, bu masalsı kentin en özgün mahallelerinden olan biri olan Kocavezir mahallesinde geçti. Bu mahallede doğduk burada büyüdük. İlk ve orta mektebe burada gittik, o zamanlar şimdiki üniversite diplomasından daha değerli, daha prestijli olan liseyi burada bitirdik.
Sadece... candan, samimi, riyasız, dupduru, yalın, naif, harbi arkadaşlık ve dostluk derslerinin verildiği hayat mektebinin, insanlık akademisinin diplomasını bu mahallede yaşarken "pekiyi" derece ile aldık.
İnce Cumali, Köylü Mithat, Asfalt Rıza, Süleyman Sırrı, Karikatür Duran, Melez Ahmet, Uçan Kale, Çifte Kafa Cabbar, Dayı Mehmed (Babam), Çörek Mahmut gibi demir bilekli aslan yürekli haza kabadayı adamları daha 10, 11 yaşlarımda iken babam (dayı Mehmet) münasebetiyle, babamın arkadaşları olmaları hasebiyle tanıma şansım daha doğrusu görme fırsatım oldu.
Adana Demir Sporun büyülü altın çağının efsanelerinden Füze Selami'nin kalecileri filelere yapıştıran Patriotlarına, Kartal Yaşar'ın Empire State gibi yükselerek kafaya çıkışına, Kaleci Erden'in çataldan top alan sihirli uçuşlarına hep bu mahallede otururken tanık oldum.
Henüz 13, 14 yaşlarımda iken ilk platonik aşkı zavallı kızın 3 yıl haberi bile olmadan (banka müdürü Hilmi beyin kızı orta mektepten sınıf arkadaşımız Sevil) bu buram buram dostluk kokan, insanlık kokan mahallede yaşadık.
O yıllarda yüz metre karelik bir avluda tek odalı sofalı üzeri çinkolu evlerde dört, beş ayrı aile aynı ailenin bireyleriymiş gibi oturur sofralarımızı, aşımızı, ekmeğimiz, acıyı, tatlıyı ve dostluğunu birbirlerilerimizle beklentisiz ve kesintisiz olarak paylaşırdık.
Dizlerimizin yarıldığı, maden işçileri gibi toz, toprak içinde kaldığımız çok ünlü semt sahaları vardı... Millinin sahası, Valinin sahası, Demir Sporun sahası, Özenin sahası, ve tabi ki en ünlüsü o dönemin Don Santiago Barnebau'su meşhur mu meşhur PIRASA BAHÇESİ.
Burada müthiş maçlar oynardık, hele futbol sezonu bitip de dışarıda oynayan Adanalı futbolcular Adana'ya geldiklerinde (başta Fatih Terim, Beşiktaşlı Reşit Kaynak ve kaleci Fatih Uraz, Zonguldaksporlu Hüseyin, Bolusporlu Serbay,) PIRASA BAHÇESİ'nde oynadığımız maçların tadına doyum olmazdı..
Çocukluk yıllarımızın fenomeni olan yazlık bahçe sinemalarının hayatımızdaki yeri bambaşka idi. Oturduğumuz evin sağı, solu ve yüz metre ilerisi yazlık sinemalarla çevriliydi.
Bizim için, önce dışarıda bir sucuk ekmek yiyip ardından şalgam içtikten sonra sinemaya gitmek bir devletti. Bunların en bilineni Halk Sineması, Nur Sineması, Şan Sineması ve Yeni Sinema idi. Haftada bir veya iki defa maaile ya da mahallece toplu bir halde sinemaya giderdik.
O dönemin en gözde filmleri Steve Reeves'li Herkül, Kirk Morris'li Samsun Dalilah, Johnny Weissmuller'li Tarzan, John Wayne'li Kovboy filmleri idi.
O dönemler insanlar tam da dinimizin emrettiği gibi küçük şeylerle mutlu olur elindeki sınırlı olanakları komşusu ya da arkadaşı ile paylaşmaya can atardı.
Dostluklarda düşmanlıklarda mertçe ve yiğitçe olurdu, tıpkı "Köroğlu ile Hoylu bey" gibi.
İnsanlar birbirleriyle acaba bundan ne ütebilirim diye dostluk kurmazlardı. Birbirlerini gördüklerinde karşılıklı art niyetsiz sevgiyle sahip oldukları şeyleri paylaşmaktan haz duyarlardı, bu onları tam da fıtratın gereği mutlu ederdi.
Kitap yüklü değillerdi, bilgi ve eğitimleri de fazla yoktu ama düzgün, yalansız, naif ve tek yüzlü bir dünyaları vardı. Bu sade, yalın İslam ve insan fıtratına uygun hayat tarzı hem insanın azgınlaşmasına engel oluyor hem de insana yaşama sevinci veriyordu.
Sonra, doksanlı yılların başlarında yaşantımıza teknolojinin girmesiyle beraber önce çok kanallı televizyonlar, cep telefonları ve bilgisayarla birlikte internet teknolojisi, Ipad, Iphone'lar, sosyal medya insan fıtratında bir eksen kaymasına neden oldu.
Öyle bir eksen kayması ki, insana yaratılış gayesini dünyaya ne için gönderildiğini ve ne ile mükellef olduğunu unutturup adeta feleğini şaşırttı.
Zamanın ruhu bizlere insanlığımızı, adamlığımızı, paylaşma ve edep duygumuzu, sevgi yönümüzü ve diğerkamlığımızı unutturdu. Kibire, enaniyete, ucb'a, benlik, ene ve ego'ya sürükleyerek Allah'tan uzaklaşıp Şeytana yaklaşmamıza dolayısıyla cehennem-i zümera'ya tepe takla ya da fevç - fevç gitmemize neden oldu.
Köroğlu destanının civanmert ulu beyi, Hoylu bey; "delikli demir icad oldu, mertlik bozuldu" diyor. Basiret dolu hikmetli kalpleri dağlar, taşlar, ağaçlar, çiçekler, börtü böcekler ve etrafımızdaki canlı cansız her şey kendi hal lisanları ile "kulluk kapısı bozuldu insan ziyandadır" diye her gün binlerce kez uyarmaktadırlar.
Evet, ne yazık ki insanlığımızı, adamlığımızı üç kuruşa, beş kuruşa ar damarlarımız çatlamış bir şekilde hayasızca zamanın ruhuna sattık.