Kimileri tarih yapar kimileri ise tarih yazar. Tarihte tarih yapan nice kişi ve toplulukların ya tarihinin yazılmadığına ya da yanlış kişiler tarafından yazılarak yanlış tanıtıldığına şahit oluyoruz.
Türk milleti de böyledir. Henüz hakkıyla bir Türk tarihi yazılmadı dersem herhalde haksızlık etmiş olmam. Ne yazık ki yazılanlar da ya Çin veya Batı kaynaklı bilgi ve belgelerden oluşuyor. Haliyle bu hususta tarih yazanlar çoğu hadiseyi kendi perspektifleri bakımından kaleme almışlardır.
Türk tarihinin 20. Yüzyıla düşmüş izdüşümünde ülkemizde yaşamış Ülkücü hareketin de tarihinin yazılmadığını görüyoruz. Hakkında ufak tefek değerlendirmeler yapılmadı değil; ancak yukarıda Türk tarihi hakkında söylediklerim ne yazık ki Ülkücü hareket içinde geçerlidir. Ülkücülerle ilgili çoğu haberler, geçmişi ile ilgili yazılanlarda ya solcular tarafından veya tarihi kendi istekleri doğrultusunda yönlendiren güç odakları tarafından kaleme alındı. Bazı gayretli ülkücü yazarların kaleme aldıkları makale ve kitaplar ise bu hususta yeterli olmadığı açıktır. Çünkü Ülkücü Hareket yaşadığı/yaşamakta olduğu zaman diliminde tarihin öznesi olmayı başarmış olmasına rağmen hakkında doğru dürüst araştırmalar ve değerlendirmeler yapılmamıştır.
Tarihi başkaları tarafından yazılmaya çalışılınca ister istemez yönlendirmeler yaşanmış, çıktığı çizgiden bazı kaymalar olmuş, mensuplarının bir kısmı birlik olmayı başaramadıkları için değişik platformlara dağılmışlardır. Ne yazık ki bu dağılma ve çözülmelerin başlaması Ülkücü hareketin banisi, kurucusu, fikir babası olan ve Ülkücüler tarafından “Başbuğ” olarak kabul edilen rahmetli Alpaslan Türkeş zamanında gerçekleşmiştir. Zamanının şartları içinde ayrılanların haklı gerekçeleri olsa da bugün Ülkücü hareketin geldiği noktadaki dağınıklığına ilk sebep oldukları için hiçte isabetli bir karar almadıkları ortaya çıkmıştır. Belki de o zamanlarda bu ayrışmalar olmasaydı bugün Ülkücü hareket yetiştirdiği kadrolarla tek başına iktidar olacak ve ülkenin makûs talihini yenecekti. Ne yazık ki Ülkücü harekette yetişen kadrolar geçmişte yaşanan değişik hadiselerin itmesiyle ve ileri sürdükleri değişik gerekçelerle bugün birçok parti altında toplanmışlardır. Yine ne yazık ki Ülkücü hareketin yetiştirdiği kadroların nimetinden başka fikirler, başka partiler faydalanmakta ve sonuna kadar istismar etmektedirler.
Her inanç ve düşünce akımı yaşamak, güçlenmek ve yayılmak için teşkilatlanmak zorundadır. Teşkilatların ruhunu temsil eden esas unsur ideolojilerdir. Düşünce sisteminden ve inanç ruhundan mahrum olan yapılar, lideri ve kadrosu ne kadar güçlü olursa olsun başarıya ulaşamaz, kitlelerin kafasında ve gönlünde yer edinemezler.
Ülkücü kadroların yeniden ortaya çıktıkları ana merkez ve ana fikirde toplanarak tek başına iktidara yürümeleri mümkün olabilir mi? Şu andaki duruma baktığımızda bunun en azından yakın bir gelecekte başarılabilmesi imkânsız değilse de çok zor görünüyor. Bu dağınıklığın bir araya gelmesi için ciddi çalışmaların yapılması gerektiği açıktır.
Peki, bu hususta bir şeyler yapılıyor mu? Kurumsal anlamda böyle çalışmaların yapılmadığını görüyoruz. Ancak bireysel anlamda bazı gayretli ve geçmişte bu işin çilesini çekmiş insanların bazı çalışmalarına şahit oluyoruz. Tek gayeleri ülkücülerin bir ve beraber olup aynı hedefe doğru yürümeleri olan bu “Ocak ruhlu” insanların çalışmalarını alkışlamamak mümkün değildir. Ancak bu çalışmaların taban bulması ve sonuca yönelik güzel şeyler elde edilmesi için sistemli çalışmalar yapılması gerektiği de açıktır.
Ülkücü hareketin fikri yapısının oluşmasında önemli kilometre taşlarından biri olan Ahmet Arvasi Hoca, ülkücüyü tarif ederken aslında yapılması gerekenin ne olduğunu da formüle etmişti.
“Ülkücü, iman, aşk, aksiyon ve karakter insanıdır.” Diyen Arvasi Hoca bunun açılımını özetle şöyle yapmıştı:
“Bu ilkeler Türk-İslam ülküsüne gönül vermiş kişilerin, vazgeçilmez birer niteliği haline gelmelidir. Türk-İslam ülkücüsü, her şeyden önce bir iman adamıdır. O, Allah’tan başka ilah tanımaz ve bunu yaşayışı ile belli eder. Kendi kültür ve medeniyetini, dünü ve bugünü ile dosdoğru ve ecdada layık bir biçimde bilir. Saptırmadan ve taviz vermeden gelişme yollarını açar; gelecekte ulaşacağı hedefleri, en berrak bir şekilde kafasında ve vicdanında billurlaşır.
Türk-İslam ülkücüsü, aynı zamanda Aşk adamıdır. Ülkücü için aşk, davasını arkadaşları arasında iken, sosyal bir heyecan halinde duymaktan ziyade, tek başına kalındığı, çetin şartlar altında yaşanıldığı, ihanet ve kahpeliklere uğrandığı zaman dahi asla ümitsizliğe düşmeden, büyük bir şevkle davanın ağır yükünü omuzlarına alabilme ülküsü ve ihtirasını, kendinde bulabilmek demektir. Aşk öylesine ulvi bir duygudur ki yalnızlıklar, ayrılıklar ve ıstıraplar onu daha fazla kamçılar ve diriltir.
Aksiyon; dava inancı ile dava aşkının güç birliği ederek bilinçli, planlı bir iş ruhuna ulaşmasıdır. Ülkücü asla boş oturmaz, miskince yaşamaz, şuurlu bir hareket adamıdır. Dinlenirken bile davasıyla meşgul olur. Ülkücünün kalbi, kafası, sosyal ilişkileri ve özel hayatı hep dava aşkıyla doludur.
Türk-İslam ülkücüsü; tam bir karakter adamıdır. Karakter davası, bir iman, aşk ve aksiyon halinde, herkesten önce, kendinde yaşatma şuur ve iradesidir. Bu sebepten o kendini ve mümkünse derece derece yakınlarını, tam bir otokritiğe tabii tutarak varsa aykırılıklardan ve tezatlardan kurtarır. Kendisini ülküsünün müşahhas bir temsilci haline getirmeye gayret eder.
Davanın belki de en çetin yanı, onu yaşamak ve bir hayat üslubu olarak şahsiyetine mal etmektir. Zafer, davasını yaşayarak yaşatan kadrolarındır. Yaşanmayan bir davanın yaşama şansı, yavaş yavaş ortadan kalkar.”
Günümüzde ülkücüyüm diyen herkesin bunlara itiraz edeceğini zannetmiyorum. Bu açıdan yapılan bütün faaliyetlerin bu minvalde gerçekleşmesi Ülkücü hareketin zafere ulaşmasında kaçınılmaz bir keyfiyet olarak kabul edilmelidir.
Ülkücü hareket ortaya çıktığı tarihten günümüze kadar geçen zaman sürecinde “Ülkü Ocakları” çevresinde yetişmiş, gelişmiş ve daha sonraları partileşmiştir. Daha önceleri ismi değişik olsa da geldiği noktada “MHP” adını alan ülkücülerin partisi kurumsal anlamda ülkücülerin bir araya gelebilmeleri için en elverişli zemin olarak yerinde durmaktadır. Her ne kadar bazı ülkücülerin ayrılıp giderek değişik isimlerde partiler kurmuş olsalar da birlik ve beraberliği temin edecek bir alt yapılarının olmadığını görüyoruz. Bu hususta ayrılışı getiren her türlü benliği, makam düşkünlüğünü, davadan geçinme sevdasını ve menfaatçiliği bir kenara bırakmak gerekir. “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” Sözünün burada, “Söz konusu dava ise her türlü nefsi istek ve arzular teferruat olmak zorundadır. Davanın selameti için şahsi isteklerden vazgeçilmelidir.” Şeklinde tecelli etmelidir.
Bir anlamda “Baba Ocağı” konumundaki MHP’nin bu birlik ve beraberliği sağlayacak zemini kurmak için bir çalışma yapıp yapmadığını bilmiyorum ama değişik partilere dağılmış ülkücülerin birleşmesi için “Baba ocağı MHP’de” birleşmenin kaçınılmaz bir keyfiyet olduğunu açık biçimde belirtmek istiyorum.
Bu istek ve arzuda olan, geçmişte Ülkücü hareketin değişik kademelerinde görev yapan ve bu görevleri sırasında cezaevleri ile tanışarak oraları “Medrese-i Yusufiye” yapan içerinde benimde bulunduğum birçok gayretli “Ocak ruhlu” insanların değişik toplantılar yaptığına şahit oluyoruz. Tamamıyla samimi şekilde ülkücü harekette birlik sağlanması yolunda sarf edilen bu tür faaliyetlerin birileri tarafından başka alanlara çekilmesine fırsat verilmemelidir.
Geçtiğimiz haftalarda İstanbul’da Hayrettin Alp’ın ev sahipliğinde böyle bir toplantı yapılmış ve katılan bütün “Ocak ruhlu” ülkücüler bir ve beraber olmanın gerekliliği üzerinde birleşmişlerdir. Herkesin söz alarak fikirlerini beyan ettiği bu atmosferde kardeşlik ruhunun müşahhas bir şekilde vücut bulduğunu söyleyebiliriz.
Geçmişte ülkücü hareketin değişik kademelerinde yöneticilik yapmış ve yaşları 60-70’leri geçmiş bir devrin vicdanı olan Yusufiye görmüş “Ocak ruhu” taşıyan ülkücülerin bir araya gelmelerinden kimsenin rahatsız olabileceğini düşünemiyorum. Yine de böyle birileri varsa bu düşüncesinin yanlış olduğunu anlaması için mutlaka bu tür toplantılara katılmasını öneriyorum.
Ülkücülerin bir ve beraber olmaları için yapılan bu toplantıların birini de Bursa’da gerçekleştirdik. 1980 öncesi Edirnekapı yurdunda yöneticilik yapan ve Bursa’da ikamet eden Mete Tetik reisin ev sahipliğinde elliye yakın ülkücü bir araya geldik.
Yaş ortalaması 70 olmasına rağmen 1980 öncesi ocaklı ruhu dipdiriydi. Yürekler hala karşılıksız olarak her şeyi feda edecek şekilde vatan için atıyordu.
Güzel bir gün oldu. Mete Tetik reise misafirperverliği için teşekkür ederiz. O gün çocuklar gibi şendik. Dile getirmeleri biraz zor olsa da Ülkücülerin varlığının hemen her kesime huzur verdiğine şahit olduk. Yapılan konuşmaların hepsi ülkücülerin bir ve beraber olmalarına matuftu. Çünkü ülkenin buna ihtiyacı olduğu açıktır.
Herkes bilir ki Ülkücüler vatanın, bayrağın, milletin teminatıdır. Başkaları leylalarının peşinde koşarken ülkücüler Mevlalarının peşinde koşmuş ve bu uğurda nasıl can verileceğini bile müşahhas örnekleriyle ortaya koymuşlardır.
Bunun birebir ispatı gerçekleştiği için ne zaman vatan ve millet tehlike altına düşse herkes gayriihtiyari olarak, “Nerede bu ülkücüler?” diye sormak gereği duymuşlardır.
Bunun için ülkücülerin bu millette alacakları çoktur. Bugün ülke bütün badirelere rağmen yıkılmayıp ayakta kaldıysa bunu ülkücülerin kendi canlarını feda etmesine borçludur.
“Bu vatan kimin?” diyenlere karşı, “Bu vatan toprağın bağrında sıra dağar gibi yatanlarındır.” Diyen Ülkücüler vatan, millet ve bayrak uğruna verdikleri mücadelede beş bine yakın yiğidini gözünü kırpmadan bir gül bahçesine girercesine toprağın bağrına gömmüştür.
Bu anlamda Ülkücülerin inandığı değerler uğruna feda edemeyecekleri hiç bir şey yoktur.
Yukarıda da belirttiğim gibi ülküsünün temelini, “İman, aşk, aksiyon ve karakter” çerçevesinde kuran ülkücüler, söz konusu vatan olduğunda geride kalan her şeyin teferruat olduğu gerçeği asla göz ardı etmezler. Bu yüzden Türk milleti ülkücülerin varlıklarıyla her zaman kendilerini güvende hissetmişlerdir.
Türk milletinin yeniden varoluş mücadelesini verdiği bu dönemde, vatanını, bayrağını, milletini her şeyden üstün tutarak mücadele eden Ülkücülerin hedefi birlik ve dirlik içinde ülkülerine koşmak ve zafere ulaşmaktır.
Her ülkücü vatanına sahip çıkmayı en kutsal vazifelerinden biri bilir. Zaten Ülkücülük, vatan millet söz konusu olunca, kendini birinci dereceden sorumlu hissetmenin adıdır.
Zaman sağda solda vakit kaybetme değil, yeniden “Ocak ruhuna” bürünerek vatana, millete, ülkücü harekete sahip çıkma vaktidir. Türk milletinin geleceği buna bağlıdır. Yeniden bir tarih yapmak ve aynı zamanda da yazmak ülkücüyüm diyen herkesin asli görevidir.