Türk Milliyetçiliği, bir fikir sistemi olarak, sanıldığının aksine, bu topraklarda neşv ü nema bulmuş bir hareket olmadığı, ithal bir fikir olduğu doğrudur. Yanlış bilinen- ve belki de muarızları tarafından kasten yürütülen bir kara propaganda ile yüksek sesle dile getirilen- Türk milliyetçiliğinin kökeni itibariyle batılı bir fikir akımı olduğudur ki bu yanlış bir bilgi olmaktan da öte bir iftiradır. Zira gerek arketip itibariyle gerek modern çağ öncesi gerekse modern çağda var edilmiş Türk milliyetçiliği Türkistanlı bir harekettir. Oğuz Kağan Destanında, kağanın güneşi bayrak göğü çadır kılan cihan hakimiyeti anlayışının bir sınırı olmadığı ve bütün cihanı teşmil ettiği “daha deniz daha ırmak” sözleri başlangıcı itibariyle de Türk milliyetçiliğinin toplumsal hafızada bir idealden de öte bir idea olarak var olduğunu gösterir. Çiçi Yabgu ile rasyonel bir realiteye dönüşen bu fikrin Köktürklerle birlikte sosyo-politik bir kimliğe bürünüp devlet ideolojisi haline geldiği görülmektedir.
Modern zamanlar Türk Milliyetçiliği Kırım’da doğup Kazan’da büyürken Anadolu’da insiyaki milliyetçilikten ideolojik milliyetçiliğe geçiş bir zaruret neticesinde ve Türkistan coğrafyasının tesiriyle mümkün olmuştur. Osmanlı aydınının bütün diğer devleti kurtarma çabalarının akim kalmasının neticesinde elde son kalan Türkçülük, en gözü kara olan da Türkçüler olduğundan – belki de milliyetçilik zor zamanlar ideolojisi olduğundan- büyümüştür Anadolu’da Türk Milliyetçiliği.
Bütün fikirlerin şartlara göre az çok farklılık gösterebileceği ilkesi Türk milliyetçiliği için de gerçek olmuş Anadolu’da filizlenen Türk Milliyetçiliği ile asıl kaynaktaki (Türkistan’daki) Türk Milliyetçiliği de bazı yönleri itibariyle farklılıklar göstermiştir:
Mesela; Türkistan’daki milliyetçilik ceditçi bir tavır olarak muhafazakârlık karşıtı bir hareketken Anadolu’da nispetenden de fazla bir muhafazakar hareket halini almıştır. Hanefi- Maturidi çizgisinde gelişen Kuzey Müslümanlığının ( ben buna Türk Müslümanlığı diyeceğim ya tekfir edilmekten korkuyorum) aklî ve nispeten daha seküler yapısına karşın bizde Hanefiliğin bir şekilci ritüelden öteye gidememesinin ve Arap- Fars tesiriyle Eşari itikadının gizli hegemonyasının tesiri yadsınamaz.
Onların yüzü Batı’ya açık Doğu’ya kapalı iken bizim yüzümüz tam aksi istikamettedir. Bizdeki İttihat Terakki ve Cumhuriyet tecrübelerine rağmen bu gelişme zaman zaman akamete uğramış gibi görünse de doğal seyir hep bu yönde olmuştur. Zira herkes kendi şer kapısını kapalı tutmak istemiştir. Onlara şer hep doğudan bize ise daima batıdan gelmiştir.
Bizim Türk Milliyetçiliği anlayışımız daha devletçidir. Türkistan’da milli birlik ve bağımsızlık esası üzerinden geliştiği için millet merkezli bir hareket söz konusu iken bizim milliyetçiliğimiz başlangıcı itibariyle de devleti kurtarma- yaşatma temel hedefi üzerinden geliştiğinden daha Devletçi bir anlayışa sahip olmuştur. bundan sebep devlet millet için değil, millet devlet için varmış gibi bir algı ile devlet için milletin hırpalandığı zamanlarımız istisna sayılamayacak kadar çoktur.
Benim üzerinde dikkatle durduğum en mühim farklılık ise politik alandaki temsiliyet meselesidir. Eski coğrafyamızdaki neredeyse tüm Türk ülkelerinde Türk Milliyetçiliği partiler üstü bir konuma sahiptir. Mesela Azerbaycan’da rahmetli Elçibey’in partisi AHC milliyetçi bir parti olarak görülse de Musavat Partisinin başkanı İsa Kamberov’un daha az milliyetçi olduğu söylenemez. Hele Türkiye’de neredeyse hiç bilinmeyen Ümit Partisi’nin temel amaçlarından birisinin de Türkiye ile konfederasyon oluşturmak olduğunu söylesem inanmazsınız belki, ama öyle. Kazakistan’daki Alaş ve Azat partileri milliyetçi partiler olarak görülüyorlar, evet, ama sormak lazım Nur sultan Nazarbayev’in partisi Nur Otan’ın milliyetçiliği yabana atılır cinsten midir?
Türkiye’de bu tam tersi bir istikamette gelişmiştir. Fikirlerin parsellendiği siyaset arenasında her parti bir fikrin temsilcisi konumunda olup diğer bir partinin bu alana girmesine mani olan bir tavır sergilemiştir. Atsız ile Başbuğ Türkeş arasındaki en önemli anlaşmazlık sanıldığının aksine milliyetçiliğin, İbn-i Haldun’un tabiriyle, nesep yada sebep asabiyesi üzerinden yürütülmesinden çok, Türk milliyetçiliğinin siyasi alanda temsili meselesi olmuştur. Türk Milliyetçiliğinin STK’lar vasıtasıyla ve partiler üstü bir fikir hareketi olarak devamından yana olan Atsız’a karşın bir siyasi hareket olmasını savunmuştur Başbuğ.
Aslında her iki görüşün de kendi açısından avantajları ve dezavantajları var. Atsız’ın dediği olsaydı mesela; daha elit bir Türkçü harekete sahip olacağımız kuşkusuzdu. Üstelik parti bağnazlığı ile başka parti mensupları milliyetçiliğe doğrudan cephe alamayacaktı belki. Lakin bu bir “sen, ben, bizim oğlan” yapılanmasından öteye gidemeyecekti. Bir prof. bir CEO ve belki de bir yazarın karşılarındaki üç- beş kişiyle havanda su döven mükâlemeleri… o kadar (Bkz. Türk Ocağı)… Bazı ihtiyaçları karşılamak için bir partiye yanaşma olmak da cabası…
Kazanan Türkeş oldu. Çok fazla elitimizin olduğu söylenemez belki. Daha taşralı bir hareket olduğumuz da kabul edilebilir. Türk Milliyetçiliğine doğrudan cephe almalara da sebep oldu, kabul. Ama Türkeş, Türk Milliyetçiliğini milyonlarla buluşturdu. Atatürk’le başlayan millet duygusunun insanların zihninde ve yüreğinde yer etmesi çabası Türkeş’in hareketi ile zirve yaptı. Dış mihraklı ihanet çetelerinin oyunları bu hareketin yetiştirdiği gencecik çocukların canlarında ve kanlarında boğuldu. Birbirlerine yaslanan Anadolu çocukları, Türklük bilinci ve idealiyle metropollerde yok olmaktan kurtuldular. Kaldı ki Türkeş salt bir parti hareketi değil aynı zamanda bir kadro hareketi oluşturdu. Hangi merkez sağ parti iktidara gelirse gelsin kendisine ihtiyaç duyduğu bir kadro hareketi…
Milleti ve ülkesi için canını ortaya koyan Abdullah ÇATLI da Nobel Bilim Ödülü sahibi Aziz SANCAR da bu hareketin içinde yetişti. Daha ne olsundu.
Ama kabul etmeliyiz ki bu tek elci ve tekelci bir bakış açısına da sebep oldu. 20. Yüzyılın son on yılında bu bakış açısı bir bölünmeye sebep olduysa da Başbuğ’un varlığı sıkıntının derinliğini fark etmemize maniydi. Çünkü O, sadece bir siyasi partinin genel başkanı değil, politik milliyetçiliğin kurucu lideriydi de. Karizmadan bahsetmiyorum bile.
Türkeş’in vefatı gidenler bir yana, kalanların içindeki derin çatlağın, politik görüş ayrılıklarının yüksek sesle dillendirildiği bir zeminde, kardeş kavgalarına, taht mücadelelerinin nice acımasız yapıldığına şahit olmamıza sebep oldu. Bu kutlu adamın naaşını örtsün diye 81 ilden ve çeşitli Türk coğrafyalarından getirilen toprağın altına bu tek elci ve tekelci zihniyeti de gömmek unutulunca kıyamet koptu ne yazık ki.
Peygamberin vefatından sonra O’nun kurduğu devletin başkanlığı postuna oturan Ebubekir’in olup olabileceği halifelikti en çok. Peygamberlik iddiasında bulunabilir miydi? Tabii ki hayır… Milliyetçiler, bu konuda çok da akl-ı selim davranmadılar ne yazık ki. Türkeş’in postuna oturan da o posta talip olanlar da Başbuğ olduk sandılar. Oysa hepi topu bir partinin genel başkanıydılar. 9 Işıksız bir partinin genel başkanı. Doktrin olmayınca genel başkanın her söylediği doktrin gibi benimsendi. Dün söylediği ile bu gün anlattığı arasında tenakuza düşse bile mühim değildi. Dün söylediği nasıl cansiperane savunulduysa bu gün söylediği de neredeyse bir ayet kesinliği ile kabul görüp tevil edildi. Akledilmedi, düşünülmedi.
Aksini iddia edenler haindi, Amerikan yada Rus ajanıydı. Muhalifler, hep bir yafta ile yaftalanıp tard edildi.
Bu gün yaşanan, milliyetçiliğin bırakın muarızlarının saldırılarına hedef olma tehlike ve sıkıntısını, milliyetçilerin birbirlerine düştükleri bir orta oyunudur. Her grup diğerini beynelmilelcilerle ve Türklük düşmanları ile birlikte hareket etmekle suçluyor. Biri komşu ile bir olup öz kardeşini baba evinden attığı/ attırdığı yetmiyormuş gibi, mirası paylaşmamak için tek öz çocuk olduğunu söyleyip, öz kardeşinin nesebine iftira ederken, evden atılan bu kızgınlıkla redd- miras edecek neredeyse.
Bütün olumlu yanlarına rağmen Türkeş’in ölümünden sonra aklıma gelen o soru:
Atsız haklı mıydı yoksa?