15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’nun çok ama çok önemli bir faydası oldu. Fakat her nedense bu konu, örtbas edilmeye çalışılıyor.
Komisyonda konuşan İlker Başbuğ, “Meselenin 50’li yıllardan başladığına dikkat çekerek şöyle demişti:
“Sosyal devlet niteliğinin zayıflaması, toplumları cemaatleşmeye itmektedir. Bu bir sosyal gerçektir. Bu gerçek doğru analiz edildiği takdirde bu oluşuma karşı alınacak tedbirlerin başarı şansı olabilir.”
Komisyon üyelerinden CHP İzmir Milletvekili Aytun Çıray ise “Ben bir tıp doktoruyum. Teşhislerin yanlış konması hâlinde tedâvilerin ölümcül olduğunu bilirim. Çok eskilere gidersek bu işi komisyona havâle etmek olur. Yâni 1970’leri 60’ları konuşalım derseniz bu işin içinden çıkamazsınız. Zaten şartlar da çok farklı ama bu yakın dönemimize baktığımızda 2002’den itibaren konulan teşhis hatâsı, bu FETÖ denilen terör örgütünün bu noktaya gelmesinin en önemli nedenidir.”
Aytun Çıray’ın, “Fazla eskiye gitmeyelim. Teşhis hatâsını, 2002’den, yani Ak Parti iktidarından itibaren başlatalım teklifini, enpolitik sitesinde, “FETÖ meselesinde doğru teşhis nasıl konur?” başlıklı bir yazı kaleme alarak sıcağı sıcağına şöyle eleştirmiştim:
“Oldu. Minberden salon kürsüsüne, oradan dünyâya açılan bir imamın, bu işi bu kadar kısa bir sürede nasıl başardığını kurcalamayalım. Seksenden sonra Emniyet’e ve Askeriye’ye, “sızıntı” demenin komik olacağı toplu girişleri araştırmayalım. Darbe sonrasında Atatürkçü generallerin buna nasıl göz yumduğunu irdelemeyelim.
Özellikle Ecevit’in, koalisyonu bozmayı göze alacak kadar Gülen’i koruduğunu, Amerika’ya kaçmasına yardım ettiğini; Gülen’in, Ecevit’e ve Kasım Gülek’e olan sevgisini sorgulamayalım.
Gülen cemaatinin, 1994 yerel seçimlerinde Erdoğan’a niye oy vermediğini merak etmeyelim.
Bütün bu konuları ve daha nicelerini atlayarak meseleyi 2002’den başlatalım. Oh ne âlâ! Bunun adı da ‘doğru teşhis’ olsun.
Bu örgüt, 4 Kasım 2002 sabahı, AK Parti’yle birlikte ortaya çıkmadı. Esaslı bir geçmişi var.
FETÖ’yü doğru analiz etmek için bunun bir parti meselesi değil, devlet meselesi olduğunu görmek lâzım. ‘En az ben kandım.’ veya ‘Ben hiç kanmadım.’ yarışına girerek doğru teşhis konmaz.
Çok ciddî bir hastalığın teşhisi konulurken nelerin incelendiğini; rahatsızlığın genetik olup olmadığına kadar pek çok konunun araştırıldığını bilmek için doktor olmamıza gerek yok. Doğru teşhisi hastalığı gerçekten iyileştirmek isteyen bir doktor koyar; hastalık için suçlu arayan doktor değil.
Biz birbirimizi suçlarken hastalık iyileşmiyor; sinsice ilerliyor. Bir an evvel teşhis ve tedâvide mutâbık olmak zorundayız. (7 Kasım 2016-enpolitik)
Şimdi bu yazdıklarımın ışığında Yeniçağ yazarı Arslan Bulut’un, bugünki “Bağırsaklar temizlendi mi?” başlıklı yazısına gelerek şu ifadeleri dikkatinize sunmak istiyorum:
“Öncelikle belirteyim ki 15 Temmuz, Türk târihinin utanç sayfalarından bir olarak anılacaktır. Zîrâ ordu içine iktidar tarafından ‘aynı menzile yürüyoruz’ gerekçesiyle yerleştirilmiş, son olarak albay seviyesinde olanları, 2014 ve 2015 şuralarında tuğgeneralliğe terfi ettirilmiş ve darbe girişiminde bulunabilme yeteneği kazandırılmış bir çetenin, başarısız olmaya programlanmış darbe girişimi önlendi diye, bu mücâdeleyi İstiklâl Savaşı ile bir tutamayız.”
Elbette 15 Temmuz’u İstiklâl Harbiyle bir tutamayız da bu nasıl bir matematik? Bu nasıl bir hâfıza silme oyunu? Bir teğmen, kaç yılda general oluyor?
2014-2015 şûrâlarında tuğgeneralliğe terfi edebilmek için seksenli yıllarda harb okullarına girmek gerekiyor. Atatürkçü, darbeci generallerin gözetiminde askeriyeye toplu girişlerin üstü böyle mi örtülecek? Satır aralarına yerleştirilen ucu açık cümlelerle mi?
Bağırsaklar, böyle mi temizlenecek?
Kendine yakın olanın suçunu gizleyerek mi?