Bugün 10 Kasım ama ben 10 Kasım’ı yazmayacağım. Atatürk’ün vefatı ve yaptıklarını anlatmak yerine, ülkesine vakfettiği yaşamı ve bu ülkeye kazandırdığı her ne varsa, nasıl satıldığını, nasıl yerle yeksan edildiğini yazacağım!
3 Kasım gününü hiç sevmem. Bir ülkenin 79 yıllık kazanımlarının, yok edilmeye başlandığı o kara gündür 3 Kasım. En az 12 Eylül kadar acımasız, en az 28 Şubat gibi ürkütücü ve itici bir gündür. 29 Ekim 1923 yılında başlayan ve Atatürk’ün vefatına kadar geçen yapılanma sürecinde, bir devletin gelişmesinde faydalı olacak temel ürünlerde sanayileşme başlamış ve kurumsal anlamda büyük bir mesafe kaydedilmiştir. Sanayileşmeye ilk darbe, çok partili dönemin Başbakanı Adnan Menderes iktidarında gelmiş. Bir çok fabrika kapatılmış ve hatta en kıymetli hazinelerimizden olan zeytinyağ, millete zararlı diye tanıtılmıştır. O kadar ileri düzeyde algı uygulanmış ki; “zeytinyağlı yiyemem aman” diye türkü bile yaptırılmıştır. Bunun gibi bir çok fabrika kapatılmış ve dünya üzerindeki çoğu ülkeden ileri olan sanayileşme atağımıza darbe vurulmuştur. Adnan Menderes’ten önce yapılmış olan yerli uçaklarımızın, 2000’li yılların başına kadar Norveç’te şehirlerarası uçuşlarda kullanıldığını çoğu kimse bilmez mesela.
3 Kasım 2002, inandığımız tüm değerleri kaybettiğimiz o kara tarih! O tarihe kadar gelen süreçte yaşananlar ve milim milim itina ile uygulanan siyaset mühendisliği, siyasetle uğraşan herkes tarafından görüldü ama ne kadar anlatmaya çabaladıysak da başarılı olamadık. Önce basın ele geçirildi. Halk üzerinde algı oluşturacak diziler yayın hayatına girdi ve senelerce devam etti. Hala devam eden bu görevi üstlenen diziler olduğunu söylersek, yalan söylemiş olmayız. Millet bu dizileri izledi ve güncel hayattan uzaklaştı. Zaman-zaman yapılan çıkışlar, kahramanlık hikayeleri gibi yansıtıldı. “Bir daha da Davos’a gelmem” sözünden 5 saat sonra binlerce insan havalimanında hazırdı ve pankartlar da yapılmıştı mesela(!) Yazdık, konuştuk ama anlaşılmadık. İtildik, ötelendik. Gerçekleri göremiyorsun dediler. Bağırsak da sesimiz duyulmuyordu. Para geliyordu, hem de çok para. 200’üm üstünde kurum satılmıştı. Dinlemiyordu ki insanlar sözlerimizi. Para, gözlerinin önüne perde indirmişti sanki milletimizin. Paranın gücüyle milliyetçiler için; “Fatiha bilmez bunlar. Milliyetçiliği ayaklar altına aldık” gibi sözler edilip, o günkü liderleri için de “zürriyetsiz” demiş yavruları vardır 3 Kasım 2002’nin. Ancak; 2016 yılının 15 Temmuz’undan sonra, sözde BEKA gerekçesiyle yenilen tüm hakaretler yutuldu. Milliyetçiliği ayaklar altına aldım diyenlerin imdadına milliyetçi kesim yetişti ve milliyetçilik sıfatını, kendi siyasi bekaları için iktidara peşkeş çekti. Aynı 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası yapılan gibi!
3 Kasım’ın izleri ne zaman silinir, ne kadar zaman alır bilinmez ama o kadar çok kök aldılar ki, o kadar çok bukalemun sızdı ki kurumlara; bilinen kadarıyla başlanıp ilerlenecek. Bu ülkeyi yıllarca fetönün arka bahçesi gibi yöneten zihniyetin sonu da, ona ortaklık yapanların sonu da, ısrarla yanaşmaya çalışan yavru muhalefetin sonu da, iktidarın eski ortağı gibi olacak! Her fırsatta iktidarın ekmeğine yağ sürecek hatalar yapan muhalefet partilerinin, bağımsız görüntü çizmedikleri alenen görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihteki son Türk devletidir. Yara almıştır, sömürülmüştür, yorulmuştur ama yıkılmayacaktır. Elbet karanlık günler aydınlığa dönüşecektir. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır. Kimler gelmiş, kimler geçmiştir. Çoğu unutulup terk etmişlerdir bu dünyayı. İhtiyaç olan kıvılcım; bir Türkiye birlikteliği ve ilkeli insanların birlikteliği ile başlatılacak bir dip dalgasıdır! Millete temas edebilmek ve ARTIK BEN OLDUM dememektir. Yola çıktıklarını, yolda bulduklarına satmamaktır. Para için ilkelerinden sapmamak, doğruyu bilmek, bilime inanmak ve seküler olabilmektir.
Başka Türkiye yok!