Kill Bill filminde, seyredenlerin hâfızasına kazınmış müthiş bir sahne vardır. Kadını, diri diri toprağa gömerler. Kadın, önce yumruğuyla tabutu deler; sonra delikten içeriye toprak akarken yumruğunu dışarı çıkarır ve kurtulur.
2016 yılınının başında “bir hayat bir insan” hikâyeleri yazmaya karar verdiğimde ilk sohbeti yapacağım insanın, işte bu sahneyi anlatacağını beklemiyordum.
“İçeride olmayı, îdamla yargılanmayı, işkence görmeyi târif eder misiniz?” dediğimde şöyle târif etmişti.
“Sanki, canlı canlı mezara girmişim. Üzerime sürekli toprak atıyorlar ve ben de o toprakları, ellerimle dışarı atıyorum. Onlar, ’Bitti, bitti!’ diye bağırdıkça, ‘Bitmedi dışarı çıkacağım ve kaldığım yerden devâm edeceğim.’ derdim. Hayâllerimden hiç vazgeçmedim.”
Karşımda, NLP kitaplarına konu olacak bir insan vardı.
İçeriyi târif edişi, çok etkileyiciydi. Fakat tüylerimi diken diken eden hâtırası, babasının, “Sakın arkadaşlarını ele verme!” nasihatiydi.
Evet, Selçuk Özdağ’ın asıl başarı hikâyesi, o çukurdan, tek bir arkadaşının adını vermeden çıkmasıydı.
Vefâ, bir insana ezelden baht olmuşsa vefâsız olabilir mi?
Özdağ, ülkücülüğe ve ülkücülere böylesine bir sadâkatle bağlı olduğu hâlde 2011’de AK Parti’ye girdiğinde hâinlikle suçlayanlar, ülkücülükten saptığını söyleyenler, “müsvedde” diye hakâret edenler oldu. Hiçbirine aldırmadan yoluna devâm etti. Ülkücülük, parti değiştirince vazgeçilen bir dâvâ değildi.
AK Parti’deki tartışmalarda, görev değişkliklerinde de sadâkatini, vefâsını, yol arkadaşlığını ispat etti. İkbâlden düşenlere “siyâsî cenâze” muâmelesi yapanlara inat, selâm sabah kesilenin yanında durdu.
Îdamla yargılanırken avukatlığını yapan Bülent Arınç’a sırtını dönmesini, Başbakan Ahmed Davutoğlu’na mesâfe koymasını bekleyenler oldu. Hiç oralı olmadı. Vefâdan tâviz vermedi. Arınç ve Davutoğlu’nun üzerine atılan toprakları, avuçlarıyla dışarı attı.
Aynı vefâyı 15 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da gösterdi. Silahını beline takıp önce Çankaya Köşkü’ne, sonra Meclis’e koştu. O geceye sahte kahraman üretenler, ne Özdağ’ın cesâretini gördüler ne de yeğeni Volkan Canöz’ün o gece şehid oluşunu.
Bu duruş, yılanın belini kıran fırıldakların, klavye kahramanlarının anlayabileceği bir şey değil.
Bu duruş, ancak ve ancak evlâdının üzerine toprak atılırken “Sakın arkadaşlarını satma!” diye seslenen babanın anlayabileceği bir şey.
Selçuk Bey, geçmişe asla takılıp kalmayan, hayâllerinden vazgeçmeyen bir insan. Eğer bir hayâlinden vazgeçmişse başka bir hayâl kurduğu içindir.
Şimdi bir zamanlar kendisine annelik yapan şehre, Manisa’ya belediye başkanı olarak hizmet etmeyi hayâl ediyor. “Acılarıma annelik yapan şehir” dediği Manisa, 2011 de onu gerçekten bir anne şefkatiyle bağrına bastı. Gençliğinin yedi yılını zindanda geçiren Türkiye sevdâlısı Türkmenin yaralarını sardı ve Meclis’e yolladı. Özdağ da Manisa’yı incitmedi. Tevâzuyu elden bırakmadan, bağnazlık yapmadan, herkese, her kalbe dokunmak için çalıştı.
Bir şehrin delisine velisine, gecesine gündüzüne nüfûz etmek, ölüsüne dirisine yetişmek kolay değil. Ben, hemşehrilerinin hatırını sormaktan âciz vekiller bile gördüm.
Şefkatli bir annenin çocuğu olan ve Manisa’dan da ana şefkati görmüş olan Selçuk Özdağ, devletin baba sertliğiyle değil, ana şefkatiyle vatandaşını kucaklaması gerektiğine inanıyor. Bu milletin, şucu bucu diye ayırt edilmeksizin hizmeti hak ettiğine inanıyor.
Refah Partisi’nin 1994’de başlayan ve şehirlere şifâ olan efsâne belediyeciliği, maalesef şehre ihânet noktasına geldi ve tıkandı. AK Parti’nin, şehirlerden ve milletten af dilemek için temiz ve vefâlı yüzlere ihtiyacı var.
İnanıyorum ki Selçuk Özdağ AK Parti’den aday olursa Manisa, îdam sehpasından Meclis’e gönderdiği bu Anadolu çocuğuna, belediye başkanlığını da hediye edecektir.
İnanıyorum ki Selçuk Özdağ, Manisa’ya, annesine hizmet eder gibi hizmet edecek; asla ihânet etmeyecektir.
Dedim ya vefâ ve sadâkat, ezelden baht olmuş.