Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün “Anzak günü” münâsebetiyle şu mesajı yayınladı:
“Çanakkale Kara Savaşları’nın 104. yıl dönümünde, bu topraklarda vatanlarını ve şereflerini savunan yüzbinlerce askerimizi, şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmetle yad ediyorum. Bugün Çanakkale Savaşları’nda can veren her milletten tüm askerleri anıyoruz.
Ortak acıları, yeni düşmanlıklar üretme değil; dostluğun, sevginin, barışın aracı hâline dönüştürme konusunda Çanakkale’nin tüm toplumlara örnek olmasını temenni ediyorum.
Anzak Günü münasebetiyle ülkemizde bulunan misafirlerimiz aracılığıyla tüm dünyaya barış çağrılarımızı yineliyoruz.
Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analara verdiği ‘Evlatlarınız bizim bağrımızda huzur içindedir. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuştur.’ mesajına hep birlikte sahip çıkıyoruz.
Bu noktada yeni nesillere düşen görev Çanakkale’de kanla, canla, azimle, cesaretle taşa, toprağa, denize kazınan dostluk mesajına sahip çıkmaktır. Yeni savaşların yaşanmaması, gelecek nesillerin barış dolu bir dünyada yaşayabilmeleri için hepimize büyük sorumluluklar düşmektedir.
Çanakkale kahramanlarımızı bir kez daha saygıyla anıyor, etkinlikler dolayısıyla ülkemizde bulunan misafirlerimizi ve vatandaşlarımızı en kalbi duygularımla selâmlıyorum.”
Atatürk’ün Anzak tâziyesine hiçbir zaman sâhiplenmedim. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “hep birlikte sâhip çıkıyoruz.” mesajına da katılamayacağım. Belki diplomasi dili bunu gerektiriyor olabilir ama benim Çanakkale şehidlerine olan muhabbetim de bunu gerektiriyor. Gönlümde, Anzak kahramanlarına (!) yer yok.
Çanakkale’ye ülkemi işgâl etmeye gelen haçlı askerlerini saygıyla selâmlayamam. Ben, bizim şehidlerimizi saygıyla selâmlarım. Mertçe, kahramanca savaşan bizim askerlerimizdi. Çünkü vatanlarını, dinlerini, nâmuslarını müdâfaa ediyorlardı.
Yıllardır Anzaklarla empati kurmamız için centilmenlik hikâyeleri anlatılıyor. Hangi centilmenlik? Avustralyalı savaş muhabiri Charles Bean’in günlüğünde anlattığı, 9 Ağustos 1915’de 100 Türk ve iki Alman esirin cayır cayır yakılmasını gülerek seyreden Anzaklar mı centilmen? İngilizlerin onları zorla getirdiği yalanıyla uyutuluyoruz. Binlerce kilometre uzaktan Birleşik Krallık adına hilâle karşı savaşmaya geldiler. Anzaklar, Mehmet Âkif’in Çanakkale şiirinde “kimi bilmem ne belâ “ dediği işgâlcilerdi. Bunlar, Çanakkale’den asırlar evvel, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı işgâl edip sömürgeleştiren, yerli halka soykırım yapanların torunlarıydılar. Ülkelerinden binlerce kilometre ötedeki ülkeleri sömürmeye nasıl gittilerse aynı ruhla Çanakkale’ye de geldiler.
1915’in sonunda defolup gittiler ama Mondros Mütârekesi’nden sonra Kanlısırt’taki zafer âbidemizi havaya uçurup, kendi âbidelerini dikmeye başladılar. Onların barıştan anladıkları budur. Bir avuç milliyetçi münevver Çanakkale’ye sâhip çıkmasaydı, Çanakkale destânı, Anzak destânı olacaktı.
Çanakkale sevgisinden şüphe etmediğim Cumhurbaşkanımızın dünyâya barış mesajı vermesini destekliyorum. Fakat Anzaklarla bu kadar empati kurulmasına, Mehmetlerle Conilerin eşitlenmesine, gönlüm kırılıyor. Bu empati değil, aşırı empati sendromudur. Bu gidişle Anzaklara da şehid diyeceğiz. Nitekim Can Dündar, 1995’de Gelibolu’nun İki Yakası belgeselinde aynen şu cümleyi sarfetmişti.
“8,5 ay süren savaşta Türkler ve müttefiler 250 şer bin şehid vermişlerdi.”
Sakın bunu bir ihmâl, bir dil sürçmesi sanmayın! Alıştıra alıştıra yapıyorlar. Bugün bir kelime, yarın bir cümle… Usûletle ve suhûletle...
Bu kadar empati yaparsak gün gelir Anzakların torunları, “Dedelerimizi niye öldürdünüz?” diye hesap sormaya kalkarlar. Emin olun, yaparlar. “Dedelerimizin burada ne işi vardı?” sorusunu sormadıklarına göre...
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajındaki “Anzak günü” ifâdesine bilhassa dikkatinizi çekmek istiyorum. 25 Nisan, Çanakkale kara savaşlarının ilk günüdür. O sabah Yahyâ Çavuş ve askerleri, kolayca çıkarma yapıp ilerleyeceğini zanneden haçlılara kahramanca direndiler. 25 Nisan’a “Yahyâ Çavuş Günü” demek gerekirken niye “Anzak günü” diyelim?
İngilizler, üç Çanakkale filmi çektiler. Her filmin siyâsî sonucu oldu. Tell England’dan (1931) sonra “Anzak Tâziyesi” (1934) yayınlandı. Gallipoli’den (1981) sonra çıkarma yapılan koya, “Anzak Koyu” adı verildi (1985). 2014’de çekilen The Water Diviner’dan beş sene sonra ise 25 Nisan, “Anzak Günü” oldu.
Zâten birileri, tehcirle bir alâkası olmayan 24 Nisan’ı Ermeni günü i’lân etti. 25 Nisan da Anzak günü olunca yavaş yavaş Çanakkale kara zaferimiz unutturulacak. Allah muhâfaza, kırk-elli yıl sonra 25 Nisan, “Anzak Şehidleri Günü” olursa şaşırmayalım.
Cumhurbaşkanımızın ifâde ettiği gibi, yeni savaşların yaşanmaması, gelecek nesillerin barış dolu bir dünyâda yaşayabilmeleri için hepimize büyük sorumluluklar düşmektedir.
En büyük sorumluluğumuz, Çanakkale’de kanla canla, taşa, toprağa, denize kazınan destânı doğru okuyup, doğru anlatmaktır.
Anzak torunları, elbette dedelerine üzülecekler. Elbette gelip anacaklar. İyi hoş da bir kerecik de mahcup bir hâlde bizim şehidlerimizin başına gidip, “Dedelerimizin yaptıkları için üzgünüz” dediklerini gören duyan var mı?
Ellerin sahte dostluğunu kazanmak uğruna Yahyâ Çavuşların gönlünü incitmeyelim.
25 Nisan, Yahyâ Çavuşların günüdür!