İbrahim Kalın, 150 yıldır modernleşme adı altında bize başkalarının hikayeleri anlatıldı, diyerek -dışa endeksli- modernleşme çabalarını eleştirdi. Kendi hikayemizi yazmamız gerekir dedi.
Modernleşme, Batı'da pişen bir yemek, anlamak veya bize verebilecek bir şeyi olup olmadığını görmek için de dönüp oraya bakmak gerekiyor.
Bu ifadeye bakıp, Kalın'ın millilik/yerlilik vurgusu yaptığını düşünenler olabilir, ama öyle değil. Milli olmak, içe kapanmak, dış dünyaya perdeleri çekmek anlamına gelmiyor. Millilik, kedi değerlerimizde kalarak, dünyanın tecrübelerinden istifade etmek, insanlığın birikimlerinden yararlanmaktır. Milliliğin hiç bir şekli statik, belli değerlerde donup kalmayı emretmez. Öyle olsaydı bin yıl önce -o değerler ve anlamları- ne ise bugün de o olurdu. Halbuki, toplumlar zaman içinde yeni değerler kazandıkları gibi, eski değerlerini de -dünyaya ve şartlara göre- yeniden yorumlarlar.
Mesela, din en büyük, en köklü değerimizdir, ama din algımız her zaman aynı değildir. Geleneklerimiz ve tarihi bir süreç sonucu kazandığımız tecrübeler, zamanın aşımına uğrayarak yeni biçimler alabilirler. Toplumsal değişmeler, hem -değerlerimize- yeni anlamlar yüklememizi, hem de gelenek ve kültürümüzü güncellememizi sağlar. Bugün dünün çocuğudur ama hiç bir zaman dünün kopyası değildir, yarın da bugünün kopyası olmayacaktır.
Yeni bir düşünce akımı, nereden çıkmışsa oraya bakılır, bu düşünceyi hangi şartların doğurduğu, aramızda hangi benzerliklerin olduğu araştırılır. Soru, biz niye geriledik, onlar niye ilerledi sorusuysa ilerleyen tarafa bakmaktan tabii bir şey olamaz. Batı'da ortaya çıkan her düşünceyi reddetmek ne kadar yanlışsa, Doğu'da neşv-ü nema bulan her fikir ve müesseseyi kutsamak da o kadar yanlıştır. Düşünce ve fikir akımlarının menşeinden ziyade bize ne söylediği ve bize ne katkıda bulunacağı önemlidir.
Dinlerin, kültürlerin yeni akımlar, yeni düşünce ekolleri yaratmada etkileri inkar edilemez. Din ve kültür farklılığı her zaman diğer din ve kültürlere uygulanmayacak sonuçlar ortaya çıkarmaz. Bir tecrübeyi almak bir dini almak demek değildir. Kaldı ki,semavi dinlerin kaynağı birdir. İslam dışındakiler tahrif edilmelerine, İlahi kaynaktan uzaklaştırılmalarına rağmen İlahi izler de taşırlar. Onun için Ali Bardakoğlu'nun deyimiyle, Kuran'da Yahudilik veya Hıristiyanlık değil, yanlış yapan bu dinlerin mensupları eleştirilir. Dolayısıyla farklı din ve kültürlerin ortaya çıkardığı verimlerin her zaman bize ait değerlerle çatışacağı, bu münasebetle toptan reddedilmeleri gerektiği söylenemez.
Diğer taraftan farklılıklarımızın yanında -insan olmaktan ve insana ait ihtiyaçlarda ortak olmaktan- dolayı örtüşen, benzeşen yanlarımız olduğunu da unutmamalıyız. Bu bize birbirimizin tecrübelerinden yararlanma yolunu açar.Mevlana'nın, asırlar önce, bir ayağı kendi değerlerinde, öbür ayağı dünyanın bütün tecrübelerinde olmayı telkin eden metaforu bu gerçeğe işaret eder. Dünyanın tecrübelerinden kendimiz kalarak da yararlanabiliriz.Bugün Batı'ya bakmayı bir nakise olarak sunanların Mevlana'nın çok gerisinde kaldıklarını, dünyayı onun kadar bile anlayamadıklarını söylemek mümkündür. Cümle içinde kullandığımız -bile- kelimesi bir küçültme biçimi değil, zaman farklılığına işaret içindir.
Bir medeniyet için asıl tehdit , kendi dışındaki dünyaya bakması değil, farklı dünyalara gözlerini kapatması, sadece kendi geçmişinde bugünün sorularına cevap aramasıdır. Oysa geçmiş geçmiştir ve bugünün sorularının cevapları ancak bugünde bulunabilir. Üstelik her şeyi geçmişte aramak geçmişin bilgi ve tecrübelerini kutsallaştırmakta, onları her derde deva dini metinler haline getirmektedir.Sözü, Bardakoğlu'nun bir tespiti ile bitirelim:Bilimsel, sosyal, ekonomik ve kültürel konularla ilgili eski kaynaklardaki bilgileri ve fetvaları aynısıyla bugüne taşımak geçmişe de, dine de haksızlıktır.Çünkü bu, dini bilginin kendini yenilemesini engellediği gibi, toplumun din algısını da tahrip etmekte insanları din konusunda yol ayrımına getirmektedir. Söz gelimi,din-siyaset ilişkisi konusunda verilen fetvalardır. Önceki din alimleri, iktidarı zorla ele geçiren kişinin yönetimini -fitne korkusu ile- meşru kabul etmişler, hastalık ve ölüm dışında yöneticinin görevinin son bulması için hiç bir öneri veya hukuk kuralı getirmemişlerdir.
Bugünün dünyasında bunun uygulanma imkanı var mıdır?
Fitne, zora boyun eğmek midir, yoksa zorla iktidara gelmenin yolunu kapatmak mıdır?
Zora boyun eğmeyi telkin eden bu anlayış, Müslüman toplumların yönetimini kanlı despotlara açmış, demokratik bir toplum düzeninin kurulmasını engellemiştir. Hülasa çare, geçmişi bugüne taşımak, değerlerimizin geçmiş yorumları ile yetinmek değil, kendimizi de dünyayı da her gün yeniden anlamaktır.Bunun için bizi bize gösterecek hiç bir aynaya bakmaktan korkmamalıyız. Kendi hikayemizi ancak böyle yazabiliriz.