Haberi ilk okuduğumda gözlerime inanamadım. Şaşkınlık içinde tekrar tekrar okudum.
Bir muhabir depremzede vatandaşları bulunduğu afet bölgesinde canlı yayın şeklinde bölge halkıyla röportaj yapıyor.
Muhabirin; "Nasıl durumunuz?" sorusuna karşı vatandaşın biri '' 7 kere deprem olsa da altılı masaya oy yok'' diyerek cevap veriyor.
Benzer akıl almaz bir tepkiyi de bölgede büyükşehir belediyesinin yardımlarını organize etmek için bulunan Ekrem İmamoğlu'na eski bir milletvekili bayan İngiliz ajanı burada ne geziyorsun diyerek vermişti.
O ortamda, enkazların ortasında insanlar canını kurtarma peşinde uğraşırken nasıl bir bilinç altı, nasıl bir şartlanmışlık ve öfke bu cümleleri kurdurabiliyor? Bunları söyleyen insanların kafasından acaba ne geçiyor? İnsanlar bu kafa yapısı karşısında şaşırıyor haliyle.
Bu tepki ve hakaretleri herhangi bir yasal siyasi hareketin genel tavrı olarak değil kendini bilmez bir azınlığın yoldan çıkmışlığı olarak görmek gerek.
Birden hafızamda 22 yıl önceye ait anılar canlandı. 17 Ağustos depreminin ekonomik ve sosyal etkilerinin hissedilmeye devam edildiği, devletin kurumlarının olası bir büyük felakette alması gereken önlemleri tartıştığı toplantılar düzenleniyor. Sağlık bakanlığı kitlesel bir felaket karşısında ambulans hizmetlerinin koordinasyonuyla ilgili 1. Ordu'dan görüş istemektedir.
Konuyla ilgili hazırlanan andıçda (konuyla alakalı hazırlık taslağı) olası bir depremde cumhuriyetin temel niteliklerine uymayan kılık kıyafetlere sahip insanların silahlı kuvvetlere ait ambulanslara alınmasının sakıncalı olacağı yönünde fikir beyan edildiğine dair bir konu benim de bulunduğum bir ortamda tartışıldı.
O günün şartlarında hiç kimse açıkça sesini yükseltemese bile ideolojik düşüncesi ne olursa olsun insanların yüzlerindeki hoşnutsuzluk ve bu kadar da olmaz diyen fısıltı şeklindeki itirazları hatırlıyorum.
Yani enkazdan başörtülü bir teyze veya sakallı bir amca çıktığında askeri değil sivil ambulanslar kullanılmalıymış.Bana şimdi sormayın bu andıç nerededir diye. İster inanın ister inanmayın. Zaten bugünlere gelen yolun taşlarını döşeyen 28 Şubat süreci ve sonrasında yaşanan bu ve benzeri saçmalıkları hepimiz biliyoruz.
O kafa yapısının laiklikle ilişkisi ne çeşit bir endişesi vardı bilemiyorum. Tamamen rasyonellikten uzaklaşmış, akıl, mantık ve sağ duyuyu kaybetmiş güç zehirlenmesi ile cinnet hali yaşayan azgın bir azınlığın ürünüydü. Ve bu azgın azınlığın yol açtığı toplumsal psikolojik hava ve oluşturduğu korku iklimi halk genelinde nefret ve tiksinti oluşturmuş, zamanın kudretli eliti tsunami halini alacak kabaran dip dalgasının farkına varamamış, bir süre sonra tarihin çamurlu bataklıklarında gömülürken farkında olmadan günümüzün siyasi yapısını şekillendirmişlerdi.
Toplumsal dayanışmanın zirve yapması ve sen ben kavgasının sonlandırılması gerektiği büyük felaket anlarında bile bazen insanlar yaşadıkları korkuyla bilinç altını fütursuzca ortaya saçı verirler.
Bu dünyada iktidar, güç, kudret namına her ne varsa, enkazdan sapa sağlam çıkan bir bebeğin gülüşü karşısında anlamsızlaşıyor.
1999 depreminden toplumsal, sosyal ve ekonomik olarak tamamen farklı günler yaşamamıza rağmen bazı tarihi tekerrürlerde gözden kaçmıyor değil.
Dönelim çeyrek asır öncesinden alınması gereken derslere.
Her ne kadar küçük bir azınlık tarafından oluşturulan cinnet hali geniş toplum kesimlerini esir alıp en masum eleştiri ve itirazları bir süre kesebiliyor gibi görünse de tam bir umutsuzluk ve vurdum duymazlık hali yaşıyormuş gibi görünen halk yığınlarında toplumsal vicdan er ya da geç insanları hayret içinde bırakan radikal gelişmelere yol açar. O günlerde güç zehirlenmesi yaşayanların yaptıklarını bugün hiç kimse sahiplenme cesareti gösteremiyor. Çünkü insanlığın evrensel bir ahlaki ve vicdani standartları ve pusulası vardır.