Bizdeki İslamcı aydınların 1960-2000 yılları arasında bir ülke, dünya, medeniyet idealleri, tasavvurları vardı. İktidarı ele geçirip tepeden inmeci bir anlayışla toplumda bir “Asrı Saadet” çağı yaşatmayı düşünüyorlardı. Bu ideal ve tasavvurların aşkı ve hasretiyle yazdıkları fikri eserler, şiirler, marşlar, romanlar, hikâyeler vs. eserler peş peşe hayat buluyordu. Ancak aradan geçen bunca zamana ve ellerine geçirdikleri fırsatlara rağmen hiçbir şey hayal ettikleri gibi olmadı.
Maalesef gelinen noktada ülkemizdeki İslamcı (!) aydınlarda önemli bir “evrimleşme” yaşandığına şahit oluyoruz. Dün “beyaz” dediklerine artık rahatlıkla “siyah” diyebiliyorlar. Dün acımasızca eleştirdiklerine bugün övgü dizebiliyor, göklere çıkardıklarını ise yerin dibine batırabiliyor. Dün devleti savunmayı “şirk” sayıp savunanları da “Müşrik” olarak yaftalayan İslamcı aydınlar bugün bir devlet aşkıyla yanıp tutuşuyorlar. Savundukları bütün değerler, muhalifken ileri sürdükleri bütün fikirler büyük bir tahrifata uğramış görünüyor. Hülasa etmek gerekirse, İslamcı aydınların bu durumu tam anlamıyla “patolojik” bir görünüm arz etmesine rağmen, onlar hamaset nutukları atarak zamanında acımasızca eleştirdikleri devlet ve iktidar diliyle konuşmayı sürdürüyorlar.
İslam özgür düşünmeyi savunur. Allah (cc) bu dünyada irade ve akıl sahibi insana kendini inkâr etme özgürlüğü bile vermiştir. Bu bağlamda serdedilen düşünceler şiddete dönüşmediği müddetçe kimsenin karışmasına da meydan vermez. Ancak ne kadar hazindir ki, günümüzdeki İslamcı aydınlar, kendileri gibi düşünmeyenlerin “Öldürülmesinin vacip” olduğunu bile savunma garabetine düşmektedirler.
İslamcı aydınlar, iktidar nimetleriyle sarhoş olmadan önce iddia ettikleri gibi artık İslam eksenli bir düşünce üretemediklerinden tenkide ve hakkaniyetle ortaya konan özgür düşüncelere de tahammül edememektedirler. Bu yüzden de zihin dünyalarında genişlemesi, zenginleşmesi gereken âlemşümul İslam şuuru ve daha da vahimi şahsiyetleri iktidar ve devletle aynileşerek dumura uğramaktadır. İslamcı aydınların, İslam’ın âlemşümul mesajını siyasi otoriteye sadakat bağlamında “devlet ve iktidar bağlamında resmileştirme” gayreti içinde olmaları ise tam anlamıyla trajik bir durumdur. Zira bu aklı ve irfanı ortadan kaldırarak, insanlığın selameti için kullanılması gereken dini araç haline getirmenin en pespaye bir metodudur.
İslamcı aydınların içine düştüğü bir handikap da “Saray uleması(!)” durumuna düşüp baştakilerin hep dediğine baş sallayan hale gelmeleridir. Bir anlamda “Saray dalkavukluğu” da diyebileceğimiz bu handikapa düşen İslamcı aydınlar, “bugün sadece oradan kendilerine bir şeyler devşirmekle meşgul oluyorlar” dersek asla haksızlık yapmış olmayız. “Hak, hukuk, adalet” gibi İslami kavramlar ne hikmetse gündemlerine gelmiyor. Düne kadar yerden yere vurdukları “Kemalist, laik, seküler” sistemin bugün bütün nimetlerinden faydalanmayı bir marifet sayabiliyor ve buna fetva bulabiliyorlar. Şimdilerde baktığımızda neredeyse hiç birinin bir gelecek tasavvuru, bir medeniyet anlayışı ortaya koyan eseri görünmüyor. Varsa yoksa güncel politikayı ayakta tutacak palyatif (anlık, geçici) fikirler kırıntılarıyla meşguller.
Tarih boyunca özellikle saray çevrelerinde türeyen dalkavuk aydınlar “Padişahım çok yaşa. Sen en büyüksün. Senden başka büyük yok. Sen millete Allah’ın bir lütfusun.” vb. telkinlerle kralları, padişahları, başkanları vs. gerçeğin ötesine itmeyi başarmışlardır.
Saray etrafında toplanan ve nemalanan İslamcı aydınlar da geçmişte yaşananların aynısını bugün sergilemektedirler. Her fırsatta Başkan Erdoğan’ı ve getirilmeye çalışılan Başkanlık sistemini göklere çıkarmakta birbirleri ile yarışıyorlar. Hatta geçenlerde bir konferansını dinlediğim bir Profesör, “Erdoğan giderse Türkiye batar, sistem çöker, yok oluruz. Bu sebeple dua edelim Erdoğan ölmesin.” Gibi bir bölünme paranoyası pompalamaya çalışıyordu. Sanki 17 senedir iktidarda başkası varmış gibi, yerel seçimlerde yeniden iktidar adaylarının kazanmasını ülkenin “beka sorunu” ile ilişkilendirebiliyordu.
İslamcı aydınlar böyle handikaplara ve paradokslara düşünce, onların yol gösterdiği politikacılar da işi ilerletiyor ve yaptıkları konuşmalarda artık iktidara oy vermeyi “ahirette kurtuluş beratı” olarak millete dağıtabiliyor. Hatta bazıları çıkıp Erdoğan’a dokunmanın ibadet olduğunu bile ileri sürebiliyor.
Aslında bu İslamcı aydınlar, FETÖ denen sofistike terör örgütü küresel sistemin taşeronluğunu icra ederken de aynı dalkavukluğu yapıyorlardı. Çoğu Abant toplantılarında lüks otellerde entelektüel takılmanın havasını yaşıyor ve millete tepeden bakıyorlardı. Bu tiplerin çoğu FETÖ başarısız olup savrulunca bu kez iktidarın, sarayın etrafında halka oluşturdular. Birçoğu kendi gettolarında, TV ekranlarında akşamdan sabaha kadar yıllardır yerden yere vurdukları “Kemalist, laik, seküler” sistemin goygoyculuğunu yapıyorlar.
Ülkede her gün onlarca haksızlık, hukuksuzluk yaşanıyor. Ama yıllarca dindar kesime yapılan haksızlıklara güya özgürlük adına karşı durmuş görüntüsü veren bu İslamcı aydınlar, bugünlerde çiğnenen hiçbir insan hakkını, hukuku görmüyor. Eğer hukuk iktidarın menfaatine ise desteklenirken, iktidarın menfaatine değilse hukuktan sayılmıyor.
Yine bu tip İslamcı aydınların önemli bir hastalığı da Abdülhamit’i göklere çıkarıp, o dönemde yaşanan birçok menfi hadiseyi gizleme gayreti içine girmeleri olmuştur. Bu sebeple Abdülhamit ile Erdoğan’ı karşılaştırma yarışı son zamanlarda hız kazandı.
Bugün ülkemize karşı yapılan operasyonların Abdülhamid’e yapılanlarla aynı olduğunu ileri sürenler, farkında olmadan Abdülhamit ile Erdoğan’ın sonunun aynı olacağı tezini savunmuş olmuyorlar mı?
İktidarın akıl hocası İslamcı aydınların iktidarı yanlış yönlendirdiklerini de görüyoruz. Mesela bu İslamcı aydınlar Suriye meselesinde Türkiye’yi resmen bir bataklığın içine sürüklemişlerdir. Bugün Suriye meselesi çok bilinmeyenli bir denklem gibi ülkemizi en çok zorlayan hadiselerin başında geliyor. Türkiye, “Suriye’ye rejim ihraç etme” yanlışına düşmeseydi, bugün belki de Suriye içinde bulunduğu bu kaos ortamına mahkum olmayacaktı. Gelinen noktada İslamcı aydınların sorumluluğunun olmadığını söylemek hakka karşı saygısızlık olur.
17 senedir İslamcı bir parti iktidar da ama Türkiye’de dindarlığın artmadığı, aksine gerilediği yapılan araştırmalarda ortaya çıkıyor. İslamcı aydınların yol göstermesiyle iktidara gelip, toplumu tepeden inmeci Bir anlayışla İslam’a döndüreceklerini iddia edenler, bu süreçte gerileyen dindarlığı ne ile izah edecekler acaba?
Almanya’nın haftalık siyasi dergisi Der Spiegel’de, Ocak 2019 tarihinde AK Parti’nin 17 yıllık iktidarı boyunca toplumu “dindarlaştırma” politikasının işe yaramadığını aksine dindarlık oranının azaldığına ilişkin bir yazı yayınlandı. Makale de özet olarak, “AK Parti iktidarının toplumu dindarlaştırma politikalarının tutmadığı; dindarlığın devlet imkanlarıyla geliştirilme çabasına rağmen, toplumun tam tersi yönde ilerlediği, Erdoğan’ın ilk kez açıkça 2012 yılında dile getirdiği “Dindar bir nesil yetiştireceğiz” söyleminin slogandan öteye gitmediği, sadece 2018 yılında dini eğitimin bütçesinin yüzde 68 artırıldığı, imam hatip okullarının sayısının 450’den 4 bin 500’e çıkarıldığı” vurgulandı. Derginin araştırmasının günümüz gerçekleri ile örtüştüğü çok açıktır.
(https://insanews.com/d-spiegel-erdoganin-16-yillik-cabasina-ragmen-turkiyede-dindarlik-orani-artmadi/)
Hülasa etmek gerekirse, bugün maalesef İslamcı aydınların İslam’ın gerektirdiği ahlaki ilkeler temelinde konuşmadıklarını/düşünemediklerini ve daha çok iktidar ve kendi çıkarları çerçevesinde tercihler yaptıklarını gözlemliyoruz.
Geldikleri noktada kayıtsız şartsız devlete ve iktidara itaati kutsayan İslamcı aydınların, içtimai anlamda insanlığa yönelik bir fayda (salih amel) üretmesi ne yazık ki mümkün görünmemektedir.