İsmail TÜRK: 12 Eylül'ü anlamak
12 Eylül'ün üzerinden 43 yıl geçti. Dile kolay neredeyse yarım asır. Ama acıları, etkileri dün gibi taze. Darbeyi yaşayan, onun gadrine uğrayan nesiller yaşadıkça da, o acılar konuşulmaya devam edecek.
Her darbe bizden bir şeyler alıp götürdü.
12 Eylül’de onlarca insan asıldı, binlerce insan işkence gördü. İnsanlar devletin başka bir yüzüyle tanıştı. Uğruna ölünen devletin, kendi uğruna gençliğini feda edenlere reva gördüğü muameleyi gördü.
Darbeler olmasa bugün kim bilir nasıl bir ülke olurduk?
Mesela 15 Temmuz ihaneti olmasaydı muhtemelen bu tek adam düzeni olmayacaktı. Yargı bu kadar örselenmeyecekti, siyaset bu kadar çürümeyecek, hepimizi etkileyen bu ekonomik kriz belki olmayacaktı.
Her darbe hayatımızdan bir şeyler çaldı.
Bizim kuşak en çok da 12 Eylül'den etkilendi. Ama onca acıya, zulme, haksızlığa rağmen 12 Eylül'ün doğru dürüst muhasebesi yapılamadı. Hâlbuki şimdiye kadar o günleri anlatan yüzlerce eser verilmeli, yaşanan hayal kırıklıkları, ihanetler, vefasızlıklar tarihe ve edebiyata çoktan intikal ettirilmeliydi. Edebiyatı olmayan bir hareket dilsizdir. Şu televizyonlarda ülkücülerin ıstırabını anlatan kaç tane film veya dizi çevrildi? Şimdilerde yine solu yücelten, milliyetçileri aşağılayan "Dilek Taşı" isimli bir dizi vizyonda. Yine biz yoğuz. Büyük laf eden ama işte orada kalan bir hareket.
Daha yeni Mümtaz'er Türköne o günlerin romanını yazdı. "Bin Dokuz Yüz Yetmiş Sekiz" isimli roman daha yeni fırından çıktı. Kitap bir muhasebe ve o dönemi anlama denemesi. 12 Eylül'de iki taraf yoktu, bir de hep tuldada kalan, kapasitesi sokakta olan iki taraftan daha üstün olan bir üçüncü taraf vardı. İşte o taraf hiç sorgulanmadı. Sokaktakiler hiç kavga etmediler demiyorum, ama bir ülkede hukuk doğru işler, asker/polis görevini iyi yaparsa o ülkede kimse ortalığı karıştıracak imkânı bulamaz. 12 Eylül'de devlet bilinçli olarak sokaktan çektirildi. Olaylara müdahale edilmedi. Ateşin söndüğü yerlerde yeniden tutuşturuldu. Bitmesi gereken olaylar bitmesin diye onu bitirmekle görevli olanlar ateşe benzin döktüler, utanmadan darbenin olgunlaşması için beklediler kardeşin kardeş kanını dökmesini seyrettiler. Sonra da kışkırtmaya kapılanların yakasına yapışıp onlara hayatı zehir ettiler.
O günün tanıklarından ve mağdurlarından biri olarak hapishaneleri hep bizim gibi insanların doldurduğunu gördüm. Devleti yönetenlerin, siyasi provokasyonları yapan, gerilim yapanların çocukları Avrupa’da okudular hiçbirinin kavgada, hapiste çocukları yoktu. Kavgada da yoktular, hapishanede de yoktular. Ama aradan yıllar geçip her şey normalleşince o gün yok olanlar en ön saflarda kendilerine yer buldular. Biz ise yaşadığımız acılarla baş başa kaldık. Hani bir halk türküsünde der ya, “Zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir.” Hep öyle oldu, bu düzen hiç değişmedi. Bundan sonra değişip değişmeyeceğine, milletin ve gençliğin basireti karar verecek.
Üçüncü taraf kimdi, neydi, sorusuna katkı olur diye bir düşüncemi aktarayım. 15 Temmuz araştırma komisyonunda eski MİT Müsteşarı Emre Taner'e milletvekilleri soruyor; “Darbeden haberiniz olmuyor, bu MİT ne işe yarıyor?” Taner cevap veriyor; “MİT bu ülkeyi iki defa uçurumdan aldı; birincisi 12 Mart, ikincisini söylemiyorum.” İşte o ikincisini bir gün söyleyen biri çıkarsa üçüncü tarafın da kim veya kimler olduğu anlaşılır. Taner, aslında söylüyor ama bazı eblehlerin anlaması için hakikati gözlerine sokmak gerekiyor.
Onca olandan sonra insan Tarık Buğra'nın romanındaki gibi, "Gençliğim Eyvah" demekten başka yol bulamıyor.