Bugün 1.5 milyar Müslümanın tarihin faili ve yapıcısı değil de, nesnesi olarak hayatını sürdürmesi şu büyük bir gerçeği gözümüze sokmaktadır:
“Müslümanlar kendilerine hidayet rehberi olarak gönderilen Kur’an’a ve pratikteki uygulayıcısı olan Resul’e uymayı terk edip akılcı yoldan uzaklaştılar. Rivayetlerle örülü paralel bir din anlayışı geliştirilerek Kur'an ölülerin arkasından okunan kitap haline getirildi. Böyle bir durumda aklını çalıştırmayanların aklını çalıştıranlar karşısında yenilmesi gayet doğaldır. Çünkü Allah’ın Sünnetullah kanunları asla değişmez.”
Halbuki insanlara hidayet rehberi olarak gönderilen İslam akla çok büyük önem veren bir dindir. “Aklı olmayanın dini yoktur” söyleminin altında bu gerçek yatar.
İslam bir insanı muhatap alması için akil baliğ olmasını öngörür. Aklı mümeyyiz vasfa gelmeyene İslam sorumluluk yüklemez.
İslam'ın inanç, ibadet-muamelat ve ahlaki boyutuyla ilgili bilgi üretmeye yönelik çalışmalarının temeli akla dayanmadığı müddetçe bir sonuca çıkmak mümkün değildir.
İslam toplumlarını kurtuluşa götürecek yol, akıl yürütmeye, içtihada, nazar ve istidlale önem veren ve farklılıkların bir arada yaşamasına imkan tanıyan akılcı yoldur.
Kur’an ve sahih hadis temelli akılcı yolun şahıs düzeyinde ilk temsilcileri arasında İmam-ı Azam Ebu Hanife ve öğrencilerini görüyoruz. Metodolojik seviyede akılcı tezahür ise İmam-ı Azam’ın fikirlerinin metodolojisini yapan İmam Maturidi’ye atfen Maturidilik denen yol çıkmaktadır. Bu anlamda İmam Maturidi, İmam-ı Azam’ın Kur’an ve sahih sünnet temelli akılcı din anlayışını teolojik, epistemolojik ve felsefi açıdan temellendiren en önemli şahsiyetlerden biridir.
İmam Maturidi’nin dini bilgi üretme ve sorunları çözümlemedeki akılcı yöntem ve yaklaşımının oluşmasında üç temel ilke takip ettiğini görüyoruz.
Birincisi, akletmeye, istidlale (delil çıkarmaya), nazara, tefekküre, düşünceye, vurgu yapan Kur'an ayetleri ve Hz. Muhammed'in (sav) uygulamalarıdır.
İkincisi, tarihi sosyal yapı ve değişim sürecinde toplumun maslahatının göz önünde bulundurarak hukuki ve siyasi sorunları çözümleyen Hz. Ömer'in yaklaşımını takip etmektir.
Üçüncü ise, daha sonraki dönemde şeri hükümleri illetten ziyade maslahata dayandıran ve dini sorunların çözümlenmesinde akla büyük bir nüfuz alanı tanıyan Ebu Hanife'nin akılcı yöntemini takip etmektir.
Allah (cc), aklı, yararlı ile zararlıyı belirlemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta olarak yaratmıştır.
İmam Maturidi, aklı Allah'ın insanoğluna verdiği en yüce bir emanet olarak kabul etmiştir.
İmam Maturidi, diğer bilgi kaynaklarını kontrol etme niteliği dolayısıyla, aklı bilgi nazariyesinin merkezine yerleştirir. Ancak aklın tanımı veya mahiyetinden ziyade ona yüklenen işlev üzerinde durmuş ve akla şöyle bir misyon yüklemiştir:
“Olay ve olguları inceleyen, onların iyi ve kötülüğünü belirleyebilen, tikel olaylar arasında ilişki kuran ve onları karşılaştırıp sınıflandıran, bunun sonucunda genel hükümler elde edebilen hem zihni hem zihin dışı bir varlıktır.”
İmam Maturidi, tıpkı İmam-ı Azam gibi dini bilginin üretilmesi ve öğrenilmesinde akılla birlikte nakli de zikretmiş ve akıl ile naklin birbiriyle çatışan değil uyum içerisinde çalışan iki ayrı kaynak olduğunun üzerini kalınca çizmiştir.
İmam Maturidi, yine yolunu takip ettiği İmam-ı Azam gibi itikat olarak tanımladığı dini, şeriattan ayırır. Ona göre şeriat, ibadetler, emir ve nehiyler ile diğer dini hükümleri içerir. Böylece tartışmayı akılla (kalb) din arasında, şeriatla vahiy arasında zorunlu bir ilişkinin varlığı üzerine kaydırır ve bu ilişkiyi şöyle formüle eder:
"İman dindir, dinler ise inanılan inançlardan ibarettir. İnançların bulunduğu ve varlığını kendisiyle sürdürdüğü yer kalptir. Tasdikin baskı ve cebir altında tutulamayan mahiyeti ise kalpte bulunan tarafıdır, çünkü imanın bu noktasına herhangi bir yaratığın tahakkümü nüfuz edemez."
Akılcı yolun başçılarından olan İmam Maturidi, Resullerin gönderilmesinin şeraite ilgili olduğunu söyleyerek itikat (din) konusunda Resulü değil aklı yetkili olarak görür. Çünkü Allah’ı bilmek vaciptir. Bu hususta, “Eğer Allah (cc) hiç bir Resul göndermeseydi, yine de insanların akıllarıyla Allah’ın varlığını ve birliğini, onun layık olduğu sıfatlarla tanımlaması ve Allah'ın evrenin yaratıcısı olduğunu bilmesi gerekirdi.” Der. Buna Kur’an’daki İbrahim (as) kıssasını delil olarak gösterebiliriz.
İmam Maturidi, Allah’ın Resul gönderilmese dahi, insanların akıllarıyla Allah’ın vahdaniyetini ve uluhiyetini, benzer ve ortaklardan beri olduğunu bilmek; nimetlerini ve onların şükrünü yerine getirmek, her an ona boyun eğmek onlar üzerine vacip olduğunu belirtir. Allah’ın Resuller göndermedeki hikmetini ise, insanların ibadetlerini daha kolay bilsinler ve daha kolay yerine getirsinler diye açıklar.
İnsanın kendisine verilen akıl sayesinde ferdi gayret göstererek tefekkür ve düşünce ile Allah’ın varlığını ve birliğini akıl yoluyla bilmesi gerektiğinin altını çizen İmam Maturidi, akla daha da fazla fonksiyon yükleyerek onun Allah'ın bazı sıfatlarla nitelendiğine de kesinlikle hükmedebileceğini açıklar. Bu sebeple vahye ulaşmayan kimsenin, itikat konusunda mazur görülemeyeceğini ve bundan sorumlu olduğunu iddia eder. Hatta Resulün gelmesini, “Allah'ın varlığını haber vermek için değil onu tekit etmek içindir; itikat için Resul değil akıl şarttır. Resuller ise, ibadetlerin, hadiselerin ve cizyenin miktarı ve şeklini belirlemek için Şeriat konusunda gereklidir.” der.
İmam-ı Azam’ın Kur’an ve sahih sünnet temelli akılcı yolunun metodolojisini yapan İmam Maturidi, Kur'an'la Hz. Muhammed’e (sav) gönderilen şeriatın, daha önceki Resullerin itikadını (dinini) değil şeriatlarını neshettiği üzerinde durmuştur. Çünkü Nebiler ve Resuller, aynı itikada (dine) mensuptur ve insanları tevhide inanmaya ve Allah(cc)'a ibadet etmeye çağırmışlardır. (Allah katında din İslam’dır ayetini hatırlayalım.) Bütün Resullere aynı itikat (din) indirildiğinden itikatta nesih ve değişiklik olmaz. Şeriatlara gelince, birbirinden farklı şeriatlar olabilir.
İmam Maturidi, Allah’ın insanlara bu dünyada cennete ve cehenneme gitme özgürlüğü verdiğini belirtir. Bu sebeple aklın din konusunda haram ve helal hükmünü vermesine rağmen, ahirette elde edilecek ceza ve mükafatı takdir edemediğinin altını çizer. Zikredilen alanda yer alan fiillerin mükafat ve cezasını belirleme yetkisi sadece Allah'a aittir. Bu yüzden küfrün ve şirkin, yalan söylemenin, ibadetleri terk etmenin cezası bu dünyaya ait değildir, onların cezasını ahirette Allah (cc) verecektir. Mesela kafir, küfrü dolayısıyla öldürülmez, küfrün dünyada cezası yoktur, çünkü küfrün cezası dinin sahibi olan Allah(cc)'a aittir.
Ne kadar hazindir ki, kendilerine Ehl-i sünnet adını veren ve bu hususta İmam-ı Azam ve İmam Maturidi’yi takip ettiğini iddia edenlerin kendi imamlarının ne düşündüğünden ve metodolojisinden haberleri bile yoktur. Çünkü bugün İslam diye ortaya sunulan din, Kur’an ve sahih sünnetten uzak, hurafelerle örülmüş bulunmaktadır. Dinin temeli Kur’an olmasına rağmen Emevilerle başlayan ve Abbasilerle devam eden uydurma hareketleri dinin temelini ikinci üçüncü plana itmiştir.
Kur’an’ın ötelenerek geleneğin merkeze yerleştirildiği böyle bir din anlayışında inancından dolayı insanların öldürülmelerine fetva verilmiş, din zorlaştırılmış, akıl ötelenmiş ve özellikle İslam’ın yücelttiği kadınlar toplum dışına itilmiştir.
Fıkhın tedvini dönemine rastgelen bu zaman diliminde milyonlarca uydurulmuş söz Resulullah’a (sav) aitmiş gibi lanse edilmiş ve birbiri ile ve Kur’an’la çelişen ifadeler Emevi zihniyeti taşıyanlar tarafından Müslümanlara hadis diye öğretilmiştir.
Bu hususta Hz. Ali’nin Emeviler için söylediği şu güzel vecizesi tam da meselemizi açıklar mahiyettedir:
“Bunlar din elbisesi giyiyorlar, ama ters çevirerek giyiyorlar.”
Dinin ters çevrilerek tanıtılmasından dolayı bu alanda meydana gelen problemler dinden değil, dinin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığı açıktır. Emevilerle başlayan bu zihniyet sonraki devirlerde yaygınlaşacak olan tarikatlarda, Hint mistik kültürüyle ve diğer kültürlerin etkisiyle gelen çilecilik, sofilik, tarikatçılık, kendi kendine azap çektirme ve bundan medet umma da Kur’an’ın akılcı yolunu tahrif etmekte büyük rol oynamıştır. Akılcı yoldan uzaklaşan zihniyet kılıçlarının uçuna Kur’an takarak diğer Müslümanları katletmiş ve bu katliamlar günümüzde de DAEŞ, Taliban, Boko Haram gibi saplantılı yorumlarla katliamlar devam etmektedir.
Kur’an ve sahih sünnetten uzak Emevi zihniyetinin İslam dinindeki dönüştürmeleri bugün de bitmemiş ve hala devam etmektedir. Bu zihniyet, Resulün sakalının suyunu satarak, yanmaz kefen imal ederek, insanlara din diye sidik ve sümükle meşgul ederek varlıklarını toplum içinde sürdürmektedirler
Hadisleri Kur'an’ın önüne geçiren Emevi zihniyeti İmam Azam gibi bir dâhinin ölümüne sebep olmuş, onu cezaevine atmış, Emevilerden sonra gelen Abbasilerin devam eden zihniyeti de o büyük imamı cezaevinde şehit etmiştir.
Sonradan Müslüman olan Fransız düşünür Roger Garaudy’nin, ‘Yaşayan İslam’ isimli kitabında bu hususta yaptığı tespitler Allah ile aldatanların nasıl bir zihniyetin sahibi olduklarını açık biçimde ortaya koymaktadır:
“Gelenekçi Arap-Emevi-İslam’ı, Kur'an’ın ölümsüz, evrensel ilkelerini insanlığa tanıtmamakla kalmamış, bu ilkeleri giderebilecek yolları tıkamak gibi büyük bir ihanetin de faili olmuştur. İnsanlık arasına aşılmaz duvarlar örmüştür. 7. yüzyıl Arabistan yaşamını 21. yüzyıl insanına zorla kabul ettirmek, Kur'an’ın yanlış ve ürkütücü bir imajını verir. Bu İslam’a karşı işlenen bir cinayettir.”
İmam-ı Azam ve İmam Maturidi’nin Kur’an ve sahih sünnet temelli akılcı yolunun aksine bugünkü Müslümanlığın yapısı, omurgası Emevi dinciliğiyle dönüştürülmüş sakat bir anlayışa saplanmıştır. Bu anlayışın yıkılması ancak yeniden İmam-ı Azam ve İmam Maturidi’nin Kur’an ve sahih sünnet temelli akılcı yoluna girmekle mümkündür. Aksi halde Kur'an’ın Lokman suresi 33. Ayetinde bizi ikaz ederek, "Aldatan sizi Allah ile aldatmasın” diye ders verdiği hakikatten hiç ders almamış oluruz.
Şöyle bir soru sorsam:
“Bugün 1.5 milyara yakın Müslüman var olmasına rağmen niçin tarihin faili, ve yapıcısı değil de, hala nesnesi olarak hayatını sürdürmektedir?”
Verilecek cevap gayet açıktır:
“Müslümanlar kendilerine hidayet rehberi olarak gönderilen Kur’an’a ve pratikteki uygulayıcısı olan Resul’e uymayarak akletmeyi bıraktılar. Rivayetlerle örülü paralel bir din anlayışı geliştirdiler. Kur'an ölülerin arkasından okunan kitap haline getirildi. Böyle bir durumda aklını çalıştırmayanların aklını çalıştıranlar karşısında yenilmesi gayet doğaldır. Çünkü Allah’ın Sünnetullah kanunları asla değişmez.”
Formül bellidir. Her türlü tortuyu kenara bırakarak yeniden İmam-ı Azam ve İmam Maturidi’nin metodolojisini çizdiği Kur’an’a ve sahih sünnete dönmektir.
Gerisi laf-ı güzaftır.