Bir şeyi Atatürk yapmışsa kötüdür; bu ön kabulden yola çıktıkları için doğruya da yanlışa da karşı çıkıyorlar.
Hiç bir devlet adamı yanlış yapmak, ülkesine kötülük etmek için yola çıkmaz. Hele hayatı cephelerde, ölümün kıyısında geçmiş insanlara bu isnatta bulunmak haksızlıktır.
Yanlış yapmama hassasiyeti, her zaman her yapılanın doğru ve isabetli olacağı anlamına gelmez. İnsanlar hata da yapabilirler. Gösterilen hassasiyete rağmen, sonradan yanlış olduğu ortaya çıkan politikalar olabilir. Bu, bütün siyasetçiler için geçerli bir ilkedir. Böyledir diye de kimse suçlanamaz. Önemli olan doğruyu yapmak için gereken dikkat ve özenin gösterilmiş olmasıdır.
Ne yazık ki tarihe bu zaviyeden bakmıyoruz.
Atatürk de herkes gibi bir faniydi. Lakin büyük bedeller ödemiş, büyük imtihanlardan yüzünün akıyla çıkmış bir insandı. Her fani gibi onun da doğrularının yanında yanlışlarının olabileceği bir gerçektir. Ancak siyasette doğru ve yanlış, uygulanan politikaların zamanın testinden geçmesinden sonra belli olur. Zamanın onayladığı siyasetleri sürdürmek, onaylamadığı politikaları terk etmek en doğru yöntemdir.
Bugün TBMM'nin açılışının 101. yıldönümü. Yani Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutladığımız bir gün.
Bir taraf bunu bayram olarak kutlarken, diğer bir taraf unutturmak için elinden geleni yapıyor. Atatürk karşıtlığı, TBMM'nin millet hayatındaki yeri ve gerekliliğini konuşmayı gündem dışına itiyor. Kişi üzerinden tarih okuması olayları ve politikaları önemsizleştiriyor.
Hâlbuki konuşulması gereken -milli egemenliktir.
23 Nisan 1920'de Meclisin açılması, 1 Kasım 1922’de de saltanatın kaldırılması ile Türk milleti kendi kaderinin belirleyicisi haline gelmiştir. Bunun alternatifi, vatandaşın kendi kaderi üzerinde hiç söz sahibi olmaması, her şeyin bir kişi tarafından(Kral, Monark, Sultan,Tek adam vs.) belirlenmesidir. Milli egemenlik, milleti ve kişiyi kendi kaderinin efendisi yaparken, otoriter/totaliter rejimler halkın siyasal sürece katılmasını ya sınırlar, yahut büsbütün yasaklayarak onları bir nevi kul ve itaat nesnesi haline getirirler.
TBMM'nin açılışı değerlendirilirken de meseleye bu perspektiften bakmak gerekir. Milli Egemenliğe karşı olmak onun alternatifi olan otoriter/totaliter yönetim biçimlerinden yana olmak demektir. Bunun bugünkü dünyada karşılığı var mıdır? Sürüleşmeyi, kendi kaderi hakkında söz söyleme hakkını kaybetmeyi hangi toplum kabul edebilir?
TBMM'nin açılışı ile elbette vatandaş hemen siyasal süreçlerin temel aktörü haline gelmemiştir. Asırların alışkanlıklarını üzerinde taşıyan, yönetenlere karşı -söz hakkının- bulunmadığı bir kültürden gelen bir toplumun, birden bire sert bir kültürel dönüşüm geçirerek bu yeni sisteme adapte olması kolay değildi. Hala da o itaat kültürünün derin izlerini taşıyoruz. Bütün radikal değişimler, uzun bir uyum sürecini gerektirir. Bu değişimler, toplumsal yaşama yansıyıncaya, kültür halini alıncaya kadar çatışma ve gerilim devam eder. Onun için meclis açılmış ama demokrasiye geçmek için çok partili hayata geçinceye kadar beklenmesi gerekmiştir. Dolayısıyla 1920'de meclisin açılması ile 1946'da çok partili hayata geçiş arasındaki süreci bir nevi uyum ve geçiş süreci olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Bugün eğer iyi-kötü demokrasimsi bir yönetime sahipsek, o gün atılan adımların bir neticesidir.
Atatürk'e karşı çıkayım derken Cumhuriyete ve Milli Egemenliğe karşı çıkmak doğru bir yol değil. Onlar görevlerini yaptılar ve gittiler. Geçmişle kavga etmek, bu ülkeye hiçbir şey kazandırmaz. Bu ülkenin harcında emeği olanlara düşmanlık etmek yerine, ideolojik şablonları aşarak onları anlamak daha doğru bir yoldur.
TBMM'nin açılması demokrasiye giden yolda bir aşamadır ve doğru bir aşamadır. Eğer o gün o adımlar atılmasaydı, Sultan Vahdettin'in sık sık kendi pozisyonunu tanımlarken söylediği; "bu millet koyun sürüsü ona bir çoban lazım o da benim," noktasında kalmaya devam ederdik. Atatürk ve arkadaşları, TBMM'yi açarak kimsenin koyunu olmayın dediler, kötü mü ettiler?