“Başkalarının yolunda yürüyenler, ayak izi bırakamazlar” demiş Braundon. Charles De Gaulle ise; “politika, politikacılara bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir” şeklinde yorumlamış siyaseti. Ben ise; “temeli yalan, amacı talan” diye yorumlarım, her me kadar dostlar karşı çıksalar da.
Ülke yönetimi ciddi bir konudur. Liyakat ve tabii ki ahlak ister. Yönetime talip olan kişinin; devlet terbiyesi almış, yani devlet adamı olması gerekmektedir. Devlet terbiyesi almış bir ailede yetişmiş olması, artı bir özelliktir ama ayrıcalık olmamalıdır. ”Ülke yönetiminde siyasi parti olmalı mıdır, olmamalı mıdır? Veya kaç tane parti olması daha yeğdir” konusu, her ülkenin gündeminde olmuştur ve olmaya devam ekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla beraber, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden yıllar sonrasına kadar, tek partili yönetim sistemi ile yönetildik. Siyasi yaşantımızda partilerin çoğalmasıyla beraber, seçme ve seçilme hakkı bakımından demokratik bir hale bürünmüş gibi gözüksek de, sistemin işleyişi, yatırımlar ve diğer politikalar bakımından, büyük sıkıntılar yaşadığımız günlerin yaşandığını görmüş olduk. Çünkü insanlar duymak istedikleri söze değil, duymak istediklerin sözün, duymak istedikleri kişiden gelmesine önem verirler. Bir yere bağlanmak, yani bir kurum veya kuruluşun tebaası olma güdüsü ile yaşar insanımız. Mutlaka bir lideri olmalı ve o lideri hatasıyla da savunmalıdır. Bu davranışın, diğer partililer tarafından takdir edildiğini görerek mutlu olur. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen, ahlaki ve demokratik sınırlar içinde olan çok partili sistem, her zaman kabulümdür.
Siyasi Partilerin Kuruluş Amaçları Nelerdir?
Siyasi partilerin tüzüklerini incelediğimizde, klişeleşmiş cümlelerle karşılaşırsınız. Örneğin; temel hak ve hürriyetlerin koruyucusu olmak. Devletin, bölünmez bütünlüğünü savunmak gibi.
Ancak iş fiiliyata geldiğinde, bu yazılanlardan eser olmadığı görülmektedir. Temel hak ve hürriyetlerin, sadece partililer için geçerli olduğunu görür, aynı konu hakkında bir başka partinin mensubu açıklama yaptığında ise suçlandığı görülmektedir.
Peki; siyasi partiler, sadece bulunması gerekiyor diye hazırlanmış, yalandan tüzüklerle mi yönetilmektedir?
Aslında; devletin bölünmez bütünlüğü, hak ve hürriyetlerin tesisi, din, dil ve ırk gözetmeksizin eşitlik iddiaları, koca bir yalan mıdır?
Birbirlerini suçladıkları konuları detaylı bir şekilde incelediğimizde, kendilerinin de aynı hareketleri yapabilecekleri izlenimini sizlere de vermiyor mu?
Siyasi partiler aslında, sahip oldukları ideolojinin, iktidar olması amacıyla, ülke yönetimine talip olmak için kurulmazlar mı?
Peki; neden günümüzde bundan ziyade, sadece ayakta kalabilmek için ittifak yalanlarına başvurmaktadırlar?
Siyasi partilerin, kuruluş amaçlarının dışına çıkıp, ülke menfaatlerinden çok, kendi menfaatleri ve ayakta kalma mücadelesi içinde oldukları göremiyor muyuz?
22 Nisan 1983 tarihinde kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu’nun vermiş olduğu güçle, parti içi anti demokratik yapıya sahip olan siyasi partilerin, demokratik bir çerçevede ülke yönetebileceğini düşünmek, akıl tutulması değildir de nedir?
Para ile istediği parti içi güce ulaşan insanları, liyakat ile ezebileceğini düşünmek, değirmenlerle savaşabileceğini düşünen Don Quixote gibi olmak değildir de nedir?
Sonuç olarak; devletimizin gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşmasındaki en önemli engel, siyasi ahlaksızlıktır. Siyasi Partiler Kanunu denen anti demokratik bir kanunun kaldırılması veya tekrar gözden geçirilmesi elzemdir. Milletin genelinin fikrine temsil hakkı verilmesine engel olan baraj tamamen kaldırılmalıdır. Siyasi partilerin kurdukları ittifaklar, ticaretteki tekelleşme ve kartelleşme şeklinde yorumlanmalı ve buna müsaade edilmemelidir. Siyasetçi olmaktan ziyade, devlet adamı olunmalıdır! Unutulmamalıdır ki; politikacı, kalbinin diliyle konuşabildiği gün, devlet adamı olmuş sayılır. Şu da bilinmelidir ki; bir siyasetçi gelecek seçimi, bir devlet adamı gelecek kuşağı düşünür.