TAVAS TAŞ MEDRESELİLER BULUŞMASINDAN NOTLAR…
Mehmet Abi:
“Gidelim mi?” diye sorunca bir saniye bile düşünmeden:
“Gidelim abi.” dedim.
Hem Tavas dediğin kaç saatlik yoldu ki, her yıl Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna sıla-ı rahim görevi için giden biri için?
Veli ÇITIŞLI bir vefa örneği gösterip ev sahipliğini üstlenmiş organizasyonun. Bütün masrafları da kendi üzerine yıkmış. Yabanın yalı ile beslendiği için bize havlayan bizim eskileri hatırlayınca, kendi alın teri ve emeğiyle kazandığını kendi camiası için harcayan Veli ÇITIŞLI, kırçıl sakallarından mülhem, gök yeleli bir Bozkurt gibi göründü gözüme niyeyse.
Ruşi Abi yapmış organizasyonu. Ruşi Revan ÇEKİÇ…
Babası meşhur Sasani hükümdarı Nuşirevan’ı anlatan bir kitap okuyormuş o doğduğunda. İslam Tarihinde de adaleti itibariyle kendisine yer bulmuş bu hükümdara babanın hayranlığı o ismin sebebi olmuş. Denizlili Ülkücülerin sembol isimlerinden biri Ruşi Abi. İdamla yargılanmış. Asılmasına kesin gözüyle bakılanlardan o vakit. O, “Kader” deyip tek kelimeyle geçiştirse de hala hayatta oluşunu, işin aslını öğrenince , bu büyük gövdeli adamın gövdesinden de büyük dehasına hayran kalmamanız neredeyse imkansız hale geliyor.
Tavas’ın çıkışında toprak bir yoldan gidiyoruz Taş Medreseliler Buluşmasına.
Varlıkları itibariyle her biri bir bayrak olan Denizlili Taş Medrese sakinleri, başka illerden gelen Ülküdaşları, bir izleği çağrıştıran bu yolda menzile erebilsinler diye, belli aralıklarla Türk Bayrakları asmışlar ağaç dallarına.
Buluşma yerine gelince, arabadan inme işini ağırdan alıyorum. Önce Mehmet Abi iniyor haliyle. Bir araya gelmenin mutluluğu yansıyor her birinin gözlerine kucaklaşırken.
Fotoğraf makinelerinin kadrajlarına, asık suratla poz veren Ülkücüleri bir kez daha kınıyorum.
Çünkü tebessüm çok yakışıyor Ülkücülere. Bir kez daha şahit oluyorum. Hatırlamaya çalışan mimiklerle ama aynı sıcaklıkla karşılıyorlar beni: “ Ben Taş Medreseli değilim. Mehmet Abiyle geldim.” diyorum alelacele. Mehmet Abi, tanıştırıyor beni oradakilerle. Reisle gelmişim ya, reis muamelesi görüyorum.
“Yoldan geldiniz, açsınızdır” deyip sofraya oturtuyorlar her gelen gibi bizi de.
Menü sağlam, yemekler hayli leziz, Keşkeğin kıvamı tam. En çok Tavas helvası çekiyor ilgimizi. “Un helvasında kuyruk yağı mı olur.” demeyin. Tavaslılar yapmış. Çok da lezzetli olmuş. Biz yemek yerken, Mehmet Abi’yi gören sandalyesini çekip yanımıza oturuyor. Asılları Taş Medreseli ya, uzun yıllardan sonra gurbette karşılaşan iki hemşeri, iki dost gibi sarılıyorlar birbirlerine, anılarını tazeleyen sohbetler ediyorlar.
Basit bir yaralama olayı ile içeri girip çıkanın kelek kesen kesildiği memleketimde, haklarında üç kez idam, birkaç kez müebbet, yüz küsur yıl hapis istenen, en azı iki yıl olmak üzere 25 yıl hapis yatmışların olduğu bu meclisi oluşturanların tevazusu aradığımız ve özlediğimiz Ülkücü tipinin adresini bulduğum kanısını pekiştiriyor bende. Taşra siyasetçilerinin yalakalığından, merkezin mürailiğinden kirlenmiş Ülkücü ruhumun arındığını hissediyorum. Gevezeliğiyle maruf ben, bir cümle daha fazla konuşsunlar diye, gün boyunca hiç konuşmadım diye yemin etsem başım çok ağrımaz herhalde. Seremonisiz, törensiz, gürültüden patırtıdan uzak, tevazuyla örülü bir kavuşma toplantısı bu. Önceden hazırlanmış bir programı olmayışı, saatsiz- dakikasız oluşu bundan. Aynı hücrede, aynı koğuşta, aynı cezaevinde yatanlar küçük gruplar halinde muhabbete başlıyorlar önce. Halka yavaş yavaş büyüyor. Ben, Mehmet abiyi takip ediyorum haliyle.
“Bu Ruşi, beni bir utandırdı ki cezaevinde hocam sorma!” diyor biri. Ben, sözle değil, gözlerimle soruyorum “Niçin”i. “Cezaevine girdiğimde ilk çocuğum üç günlüktü. Üzüntümü belli edip bunu Ruşi’ye söylediğimde: - Abi, beni asacaklar ya, demesin mi? Hiç o kadar utandığımı hatırlamam” diyor. Arkadaşının hüznünden dolayı kendi hüznünü unutan, kendi acısından utanan kaç insan kaldı ki diye düşünmekten alamıyorum kendimi.
“Sana ne ceza vermişlerdi?” diye soruyor Mehmet Abi, tombul, kısaya yakın orta boylu olana. Unuttuğundan değil, kimlerle sohbetteyim, bileyim diye soruyor, farkındayım ama ben de farkında değilmiş gibi yapıyorum, sorulana yüzümü dönerken. Nasıl kendi halinde, nasıl halim selim bir adam… Başına vur ekmeğini elinden al bir tip. Aynı sakinlik ve tevazuyla, sanki çok sıradan bir soruya daha sıradan bir cevap verecek sakinlikle: “Üç idam almıştım reis.” diyor. Nutkum tutuluyor, gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Nezarette yarım saat yatanın uç beyi, şahsi mülkleri olan arabalarında bir yerden başka bir yere iki tabanca taşındı diye ( ki şahısları ceza da almamıştır muhtemelen.) büyük büyük koltuklarda oturup başkan diye caka satanların olduğu bir harekette bu yiğit adamın hiçbir şey olmadığını bilmek içimi acıtıyor.
Bir başkasını gösteriyorlar, zayıf yüzlü, kırlaşmış sakalları ile öyle sakin oturan. Yüz küsur yıl diye yuvarlayarak söylüyor 12 Eylül Mahkemelerinin tarafsız (!) savcılarının kendisi hakkında istediği cezayı. Beden Eğitimi öğretmenliği okuyormuş tutuklandığında. Bir gün elindeki çizgisiz kâğıdı sallayarak koğuş kapısına doğru giderken: “Ne o elindeki?” diye soruyor arkadaşı. “ Okula dilekçe yazdım. Kaydımı donduracağım.” cevabını alan arkadaşı: “Oğlum, diyor, asacaklar seni. Ne kayıt dondurmasından bahsediyorsun”. Cevabı kısa ve net: “Ya asmazlarsa…” Asmıyorlar nitekim. “Çıkar çıkmaz okula gittim. Önce olmaz falan deyip bir sene oyalasalar da beni, ertesi yıl kaydımı yaptırdım.” diye ekliyor. Zor zamanlarda, bir ümide yapışmanın insanı nasıl hayatta tuttuğunun ete kemiğe bürünmüş, nefes alan halini görmenin tecrübesine sahibim artık, şükrediyorum.
Yüzünde yaşadığı acıların çizgilerini taşıyanı, bu dava için 25 yıl yattığını söyleyince, diğeri: “Ben, bu dava için 21 yıl yattım deyip hava atacaktım ama 25 yıl olunca utandım” deyip gülüyor. Herkesin yüzünde edepli bir tebessüm… Acılarıyla dalga geçen çelikten adamlar bunlar. Öyle olmasa, o kadar yıl nasıl dayanabilir ki insan işkenceye ve dört duvara.
Hatıra fotoğrafı çektirmek için sıralanıyorlar. Ben gönüllü fotoğraf çeken oluyorum. Her biri bir çınar, her biri ülkü kalesinin burcu olan bu adamlara yakıştıramıyorum kendimi. Dillere destan kibrimi ve ukalalığımı koyveriyorum bir kenara. Fotoğraf çektirirken yüreklerindekini ellerine taşıyorlar. Bozkurt işareti yapıp, Kürşat Marşını söylüyorlar bağıra çağıra, 18 yaşındaki heyecanlarıyla.
Mevcut siyasilerimizi beğenmedikleri belli her hallerinden… Dillendirmekten çekinmiyorlar da. Koşulsuz biat isteyen Tanrıcıklara öfkeliler. “Ben Türkeş’i eleştirmişim yahu, siz kimsiniz ki?” derken, O’na duydukları derin sevgiyi o an fark etmeseniz bile, arada bir türküler söyleyen Ayaz, Başbuğlar Ölmez’i icra ederken bulutlanan göz bebeklerinde görebiliyorsunuz. Birkaç sayfa daha dolduracak anı biriktiriyorum birkaç saatte ya, hepsini yazmanın imkanı yok.
Vakti gece yarısı etmişiz neredeyse. İstemeye istemeye: “Gidelim mi Mehmet Abi?” diye soruyorum. Gönlü kalmaktan yana ama beni de kırmaya niyeti yok. “Gidelim” diyor, isteksizliğini belli etmemeye çalışarak. Bir çınar ormanı ayağa kalkıyor bizimle birlikte. Arabaya kadar eşlik ediyorlar. Hepsini yesek beş gün hiçbir şey yememize gerek kalmayacak kadar çok Tavas helvası koyuyorlar bagaja azık diye. Biz olmazlansak bile dinlemiyorlar. “Beğendiniz ya” diyor Ruşi Abi, gözlerinde o güzel gülümseme.
Ben sadece fotoğraflarını görmüştüm Kılıçkıran’ın, Önkuzu’nun, Esendal’ın, Pehlivanoğlu’nun… Bu günden itibaren hepsinin huyunu- suyunu, karakterini, yüreğini, hepsinin öfkesini, sevgisini, hüznünü ve hatta gülümsemelerini bile biliyorum.
“Ya Mehmet Abi” diyorum gözlerimi yoldan beri çevirip,
“İyi ki Ülkücü olmuşum be”