Allah’ın Kur’an ile gönderdiği din insanların hayatına hakim olmayınca bu boşluk değişik inanç ve hurafelerle dolduruluyor. Çünkü hayat boşluk kabul etmiyor.
İslam dini Hz. Âdem ile başlamış ve Hz. Muhammet ile “Kemale” ermiştir. Zira son inen ayet “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim.” (Maide, 3) bunu açık biçimde ortaya koymaktadır.
Allah (cc), son elçisi Hz. Muhammed’e insanlığın muhtaç olduğu itikadi ve amelî ilkelerin en mükemmellerini Kur’an-ı Kerîm’i indirmek suretiyle insanların ihtiyaçlarını karşılayacak bir nitelik ve mahiyette kemale erdirmiştir. Kemale erdirmek ne eksiği ne de fazlası olandır. Allah, dininde insanî sorunların çözümü için ana ilkeleri koymuştur.
İslam kemal bir dindir ve din alanında boşluk bırakmamıştır. Ancak ne kadar hazindir ki, “Dini Allah’a has kılmak istemeyen” bazı insanlar çıkmış ve sanki Allah eksik din göndermiş gibi dini tamamlama davasına soyunmuşlardır. Bunların uydurdukları rivayetler zamanla Kur’an’ın yerine geçmiş ve artık ortadaki din Kur’an’ın tarif ettiği din olmaktan çıkmıştır.
Allah (cc) katında dinin adı İslam’dır. Musa’nın getirdiği dinin adı da İslam’dı, ama gelen vahyi bağlamından kopararak onu Yahudiliğe dönüştürdüler. İsa’ya gelen dinin adı da İslam’dı. Ancak Hıristiyanlar o vahyi de bağlamından kopararak İsa’yı haşa Allah’ın oğlu yaptılar ve sapıttılar. Son elçi Hz. Muhammed’e gelen dinin adı da İslam’dı. Ama sonradan gelenler de vahyi bağlamından kopararak onun yerine kendi beşeri ürünleri olan ve kiminin adına “Ehl-i sünnet”, kiminin adına “Şia” kiminin de adına “Mutezile” vb. dedikleri yapıları dinin yerine ikame ettiler. Allah’ın dininin orkat adı olan İslam’ı getiren elçilerin ardından hep aynı metot kullanılarak din tahrif edilmiş ve yerine şirk temelli yapılan hakim kılınmıştır.
Ülkemizde son zamanlarda İsmailağa, Süleymancılar ve Menzil ekseninde yaşanan tarikat ve tasavvuf hadiseleri de aslında dinin sosyal hayattan çekilmesi ile meydana gelen boşluğu dolduran ama temel itibariyle Kur’an ve sahih sünnetten referans alamayan şirk temelli patolojik vakalardır.
Tarikat, bir şeyhe bağlı müritlerin uyması gereken kurallara göre teşkilatlanmış yapılanma anlamına gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Osmanlı’dan beri asalak yuvaları haline gelen tarikatlara yasa ile yasak getirilmiştir. 30 Kasım 1925 tarihli ve 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” ile bütün tarikatlar ile şeyhlik, müritlik gibi unvanların kullanılması yasaklanmış, tarikat yerleri olan tekke ve zaviyeler ise kapatılmıştı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal, 1925 Kastamonu ilinde yaptığı konuşmasında “Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz!” demiş ve tarikatlar yönünden gelen tehlikelere dikkat çekmiştir. Tarikatları yasaklayan 677 sayılı Kanun halen yürürlüktedir! Ancak ne acıdır ki ülkemiz adeta tarikatların esareti altına girmiş bulunmakta ve her köşede bir tarikat aleni olarak faaliyetlerini icra etmesine rağmen kanun uygulanmamaktadır. Ya da kanunu uygulayacak olanlar görmezden gelmektedir.
Tarikatlara temel teşkil eden Tasavvuf kavramı kendi literatüründe, “Zühd Mesleği” sayılmış, yani dünyadan elini eteğini çeken insanların uğraş alanı olan bir yapılanma olarak kabul edilmiştir. Fakat ne yazık ki ülkemizdeki tarikatların hemen kahır ekseriyeti Karun kadar zengin bulunmakta, şeyhleri son model zırhlı Mercedeslerle gezmektedir. Meşru yollarla insanların zengin olmalarına kimse bir şey diyemez. Ama gelirlerinin kahır ekseriyeti belli olmayan kayıt dışı yollarla oluşturulan bazı tarikatların mal varlıkları dudak uçuklatacak kadar büyük görünüyor.
Bugün ülkemizde en zengin tarikatlarından biri de adına “Menzil” denilen yapılanmadır. Menzil, Nakşibendi tarikatına bağlı bir yapılanmadır ve ülkemizde en çok müridi olan oluşumlardan biridir.
Nakşibendi tarikatını takip eden Menzil, kendisinin “Seyyit” yani Peygamber soyundan olduğunu iddia eden Abdulhakim Erol (1902-1972) tarafından kurulmuştur. Onun ölmesinin ardından yerine oğlu Muhammed Raşit Erol (1972-1993) posta oturmuş ve bu vazifesini öldüğü 1993 yılına kadar sürdürmüştür. Daha sonra ise posta Abdulbaki Erol (1993-2023) geçmiştir. Babadan oğula geçen bir saltanat görünümü veren tarikat o günden beri ülke gündeminde oldukça tesirli olmuş, nice politikacılar Menzil şeyhinin elini ve eteğini öpmek için sıraya girmişlerdir.
Abdulbaki Erol hayatta iken tarikat içi yaşanan bazı hadiseler yapının ikiye bölünmesine sebep olmuştur. Muhammed Raşit Erol’un oğlu olan Fevzettin Erol, Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinde bir çiftlik alıp oraya yerleşmiş ve kendi yolunu ayırmıştır. Adına “Buhara” denilen bu oluşumun başındaki Feyzettin Erol’un ayrılış hikâyesini gazeteci Saygı Öztürk kendi ağzından kitap haline getirmiş; bu kitapta Feyzettin Erol’un “Menzil eski Menzil değil” dediğini okumuştuk. Zahiren güya gönülleri fethetmeyi planlayan tarikatçılar kendi aralarında özellikle dünyevi rantları paylaşmada birbirlerinin gönlünü alamamış ve birbirlerine girmişlerdir. Çünkü ortada rivayetlere göre 50 milyar dolarlık, çoğu kayıt dışı olan bir servetten bahsedilmektedir.
12 Temmuz 2023 tarihinde vefat eden Abdulbaki Erol’un ardından tarikatta yeni bir kriz meydana gelmiş ve bu kez üç oğlu arasında kıyasıya bir hakimiyet kavgası ortaya çıkmıştır. Babalarını ölümünde birlik ve beraberlik pozları veren üç kardeş aradan geçen kısa zaman sonra gerçek yüzlerini göstermiş ve aralarında bir anlaşmaya varamadıkları için tarikat bu kez üçe bölünmüştür.
Nakşibendiliğin Halidi kolundan olan tarikatın bölünmesinde yıllarca savundukları tarikat ve tasavvuf ilkeleri yerine nefislerinin istek ve arzuları hakim olmuş ve üç kardeş tarikata hakim olmak için birbirleriyle kıyasıya bir savaşa başlamışlarıdır. Savaş diyorum, çünkü meydana gelen bazı olaylara polis de katılmış, taraflar birbirlerini acımasızca darp etmekle birlikte ağır eleştiriler getirmişlerdir. Yani söz konusu rant ve dünyalıklar olunca yapıyı ele geçirmek isteyenler her şeyi unutmuş ve kendilerini kavganın merkezine yerleştirmişlerdir.
Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyetinde tarikat yapılanması yukarıda açıkladığımız kanunla yasak olmasına rağmen birçok devlet yetkilisi, Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, bürokratlar oy uğruna bu ve benzeri tarikatların kapılarını tıpkı geçmişte FETÖ’nün kapısında yaptıkları gibi kendilerine su yolu etmişlerdir.
Günümüzdeki tarikatlar tam anlamıyla bir “Allah Rızası Anonim Şirketi” gibi çalışmaktadırlar. Tarikatın vakıfları, turizm şirketleri, kuyumcu dükkânları, lokantaları, medya organları, eğitim kurumları, hastaneleri, üniversiteleri, uluslararası dev şirketleri ve benzeri ticari yapılanmaları mevcuttur. Bazı bakanlıkların bu tarikatın işgali altında olduğunu ise sağır sultanlar bile bilmektedir. Bu bakanlıklar vasıtasıyla her sene yapılan ihalelerden otomatik olarak tarikata belli hisselerin aktığını yazan, haber yapan gazeteler çıkmıştır. Tarikatın bakan seviyesinde müritleri olduğu da herkesin malumudur.
Tarikatın üçe bölünmesinin ardından üç kardeşten biri Menzil’i, biri esas memleketleri olan Siirt’i ve biri de İstanbul’u mesken tutmuştur.
Tarikata adını veren Menzil köyünde her bir kardeş kendilerine bir cami seçmiş ve müritleri kendilerine çekmek için eski tevbelerin iptal edildiğini ve yeni tevbe alınacağını ilan etmişlerdir.
Tarikatın en etkili olan vakıfları ve Semerkand medya grubu kardeşlerden Mübarek Erol’da kalırken, büyük kardeş Saki Erol boşluğu doldurmak için “Serhendî” adı altında yeni bir vakıf ve “Dehlevî” ismi altında yeni bir yayınevi kurarak ve hakimiyet alanını genişletmeye çalışmaktadır.
Menzilciler arasında yaşanan kavgalara baktığımızda meselenin uhrevi olmaktan ziyade dünyevi menfaatler çerçevesinde sürdüğü gözlenmektedir. Tarafların birbirlerini ağır şekilde suçlamalarının satır aralarına baktığımızda da bu dünyeviliği çok açık biçimde gözlemliyoruz.
Tarikatın başındaki kişilerin “Seyyit” olduğu iddia edilmektedir. Hâlbuki böyle bir vakanın olması mümkün değildir ve hiçbir tarihi dayanağı yoktur. Tarikatın başındaki kişilerin “Gavs” olarak adlandırılması ise İslami açıdan oldukça problemli bir alandır.
Gavs, tasavvuf ıstılahında, “Allah adına kâinatı idare eden kişi” olarak algılanmakta ve Gavs olan kişinin ölse bile kâinatta tasarruf ettiğine inanılmaktadır. Gavsın yaşıyor veya ölü olması arasında tasavvufi açıdan fark yoktur. Gavs’a inananlar sıkıştıkları vakit “Yetiş Ya Gavs” deyince gelip kendilerini kurtaracağına inanırlar. Bu anlamda Gavs denilen kişiye birçok ilahlık vasfı verildiği görülmektedir. Her şeye gücü yeten, her şeyi gören, kalplerde olanı bilen gibi ilahlık vasıfları gavsların sıradan sıfatları olarak kabul edilmiştir. Tasavvufun önde gelen savunucularında Hücvîrî’ye göre, “Kutupların başı Gavs zâhir ve bâtın, maddî ve mânevî bütün varlıkların eksenidir, yani her şey onun üzerinde ve çevresinde döner, ona dayanır. Onun her şeye feyiz veren bir özelliği vardır. Allah âlemi ve âlemdeki düzeni onun aracılığı ile devam ettirir.” İnancı hakimdir. (Bkz: Diyanet Ansiklopedisi, Kutup maddesi.) Muhittin Arabiye göre ise kutupların, gavsların başı çeşitli işlevleri itibariyle, “Kutbü’l-aktâb, Kutb-i âlem, Kutb-i cihân, Kutb-i ekber, Kutb-i irşâd, Halife, Kutb-i zamân, Kutb-i vakt, Vâhid-i zamân, Sâhib-i vakt, Hicâb-ı a‘lâ, Mir’ât-ı Hak, Kutb-i medâr ve Gavs” adını alır.
Diyanet Ansiklopedisinde yer alan Kutup maddesinin son paragrafında ise şu bilgilere yer verilir:
“Tarikat ve tasavvuf erbabının ‘Kutup” inancı ve kutba yükledikleri işlevler bazı âlimlerin eleştirilerine yol açmıştır. Kur’an’da, hadiste, selefte ve ilk süflilerde ‘Kutup’ inancının bulunmadığını söyleyen Takıyyüddin İbn Teymiyye’ye göre her şeyden önce bazı velilere Kutup ve Gavs denilmesi yanlış bir adlandırmadır. Ona göre bu inanç, Şiilerin masum imam veya astronomi âlimlerinin kutup fikrinden kaynaklanmış olup temelinde Allah’ı hükümdara benzetme fikri yatmaktadır. Allah’a ait bazı sıfatların kutba atfedilmesi, Gavs denilen kişiden imdat istenmesi anlayışı da İslâm’ın tevhit anlayışıyla bağdaşmaz. İbn Haldun da kutup fikrinin Şia’nın müfrit kısmı olan İsmâiliyye inançlarıyla benzerliğine dikkat çekmiştir.”
Ülkede yaşanan ve tarikatlar çerçevesinde cereyan eden hadiselere baktığımızda haklı olarak “FETÖ gitti METÖ geldi” diyebiliyoruz. Menzil yapılanması zahiren bir tarikat gibi görünse de tıpkı FETÖ gibi vakıfları, turizm şirketleri, kuyumcu dükkânları, medya organları, televizyonları, dergileri, lokantaları, döviz büroları, kuyumcuları, eğitim kurumları, hastaneleri, üniversiteleri, uluslararası dev şirketleri ve benzeri ticari yapılanmaları mevcuttur. Bazı bakanlıklardaki yapılanmaları da tıpkı FETÖ gibidir. Müritleri FETÖ’nün müritlerinin davalarına adandıkları gibi bunlar da tarikatlarına ve Gavslarına adanmıştır. Şeyhlerinin emri ile her şeyi yapabilecek, hatta insan öldürebilecek bu profil her yerde karşımıza çıkmaktadır.
Siyasal iktidarların bu tür yapılara oy uğruna göz yummaları ise tam anlamıyla ülke menfaatlerine zıt bir anlayıştır. 15 Temmuz’da yaşanan darbeden ders almamış gibi Menzil şeyhinin cenazesinde binlerce çakarlı devlet aracı adeta şov yapmış ve boy göstermişlerdir.
Ne yazık ki FETÖ’den boşalan devlet kurumları yerlerini başta Menzil, Süleymancılar, Hakyolcular ve İsmailağa gibi çeşitli tarikatlar doldurmuştur. Bunlar aslında ülke için bir güvenlik sorunudur ve bu soruna göz yumanlar tarih önünde hiçte iyi anılmayacaklardır.
Menzil artık 50 milyar dolarlık bir servete sahip olduğu iddia edilen dev bir imparatorluk gibidir. Karşımızda lüks içinde yaşayan, 30 milyonluk zırhlı özel Mercedeslere binen, milyonlarca müridi olan, çakarlı araçlarla korunan kanun dışı bir yapı var. Eğer cesur bazı savcılar çıkarsa bunun adını ne koyarsanız koyun, yüzüne hangi maskeyi geçirirseniz geçirin mevcut kanunlara göre bu yapının nitelikli dolandırıcılık veya örgüt kurma suçundan yargılanması gerekir. Şeyhlik adı altında kurulan kanun dışı bir yapılanmadan söz ediyoruz. Her şeyh vekil olarak adlandırılan temsilci atıyor, ortak olarak kullanılan dergâhlarda tövbe seansları ve toplantılar düzenliyor. Anlaşma olmayınca da aynı tarikata bağlı müritler farklı şeyhlere bağlılıklarından dolayı birbirleriyle kıyasıya kavga ediyorlar.
Bu gidişata dur diyecek bir siyasi yapı ne yazık ki şimdilik görünmüyor. Çünkü bu yapılar birer oy deposu gibi çalışıyor. Seçim zamanı pazarlıklar yapılıyor, parti liderleri şeyhlerin, gavsların ayağına giderek oy dileniyor.
Gazi Mustafa Kemal, 1925 Kastamonu ilinde yaptığı konuşmasında, “Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz!” diye haykırsa da ne yazık ki bugün ülkemizin her yanı tarikat denilen yapılanmalarla, şeyhlerle dolmuştur.
Bu yapıları ancak millette uyanacak olan Kur’ani bir şuur yok edebilir. Bunu bilen tarikat yapılanmaları, “Kur’an meali, tefsiri okumayın. Türkçesini ise asla okumayın. Siz Kur’an’dan anlamazsınız. Kur’an eksiktir. Kur’an anlaşılmaz bir kitaptır.” Gibi ipe sapa gelmez algılarla Kur’an’ın anlaşılmasının önünde büyük bir set oluşturmaktadırlar. Çünkü millet Kur’an okursa hakikati anlar, tarikat denen ve Allah ile aldatmayı ilke edinen yapılara kanmaz.
Gelecek makalede Menzilin ekürisi İsmailağa yapılanmasını ve Gavslarının ölümünün ardından yaşanan kavgalarını yazacağım.