Bu aralar aklım fazlaca takılıyor. “Neye” derseniz hesabıyla vira edip yazmak isterim. Madem başlayayım. Hani; benim size, sizin bana, bizim de diğerlerine bakarak ve bir düze ahkâma göre amel ettiğimiz şeyi, şu toplumsal hayatı düşünüyorum. Evet onu... Peşinen bakıp zehap mı dersiniz, yoksa gerçek mi bilemem, lakin penceremden gördüğüm şudur efendim: alayımız iddia ve eğilim sahibiyiz, dava sahibiyiz; hatta iman ila kin sahibiyiz ve fakat ne darıyla ne genişiyle yetkin bir anlam ve kavram sahibi olmaya toplum hesabıyla yetemiyoruz. Bu “yetkin olamamak” naçar ve ne fena!..

“Toplum” dediğimiz kamu dinamik bir organizmadır ve sorunlar da çözümler de elbet bir vetirede değişir. Değişir de biz hesabında bu değişimin daha iyiye, mütekâmile doğru meyletmesi ne durumdadır; haberimiz var mı? “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” diyesi kişi modu ile handiyse asrı bulmuş, modern çağın poşetine asılı bıraktığımız fikir, kültür, refah ve beşeriyet tutulmamızın astımlı halinden kurtulamamak ne menemdir; hülasa “işte takıldığım da budur”.

“Çağ” diyorum. Hani çağı anlamak, kendini tanımak ve özlenesi büyük ülkeye varmak, handikaplarınızı bilip kabul etmeden ve çetin bir sorgulamaya girişmeden olmuyor ey kâri. Özüne, köküne bağlı dallanıp budaklanan, kendini yeşile veren ulu çınar, herhalde Osman Beğ’in rüyasına boşuna ilham olmamıştı. Türk-İslam’a “kökümüz” derken akletmenin ve kritik eden sosyete olmanın köküne kibrit suyunu dökmek, yine bize has işler ols"a gerekir.

Haydi, bir şeriat toplumu olduğumuzu düşünelim; kötürüm demokrasi kültürümüzü bir yana bırakarak. Yine dedik ya: toplumlar dinamiktir. Olduk şeriat ve beşeri sorunlarımıza göre verilen hükümler (şeriat) de meselenin esvabına göre nesh edilmiyor mu? Bir Müslüman toplumda mensûh olan herhangi bir hüküm, şart; nâsih ile yeni şartlar ve delillere kapı aralıyorsa ezberden değil, akıldan bahsetmemiz gerekir. Buyurdunuz mu; ki şeriat de bir akıl işi olsa gereğine!.. Bu, ters yüzü ile şunu izah eder: esasta bizde fikirler kolay kolay değişmez; fikri sabitelerimiz mıh gibi çakılıdır beyinciğimize. Çakılı olan fikir değildir, hiçbir fikir çakılı, kıpırdamadan olamaz!

Türkler bir Hegel çıkarmadığına göre (Atsız bile Bozkurtlar romanında Çinli filozofu aşağılayıcı konuşur) o halde ameli değiştirmek iktiza eder. Ama o ameli, cehennemden Stalin gelip bizi milyon kere katletse bile değiştirmeyiz. Neyleyim, kaderimiz böyledir tarihten. Şu tarihin diyalektiğini yapmayız ki “kader” mührü, her bohçamızı bağlar durur. Bohçanın içinde hepimiz birbirimize baka baka aynı olmuşuz; farklılığı, farklı olanı “ayrı gayrı düşünüyor bu teres” diye boğmuşuz: tarihten adını faş ettiğimiz Hallaç Mansur olmuş, Nesimi olmuş ne fark eder.

Meselelerimiz açık, berrak, görülür hale gelmek zorundadır. Mustafa Kemal’i sevdiğim için haklı olduğum işi yapmayan adam, milliyetçilerin desteğini alarak yine milliyetçilerden nefret eden bürokrat beni neden istemez? Derim ki akıl ve etik olmadan her Allah’ın günü birbirinin hakkını hukukunu gasp eden toplum rüsvadır, kayıptır. Böyle bir toplumun yolu da kapalıdır.

Hep söyledik; ne dar ne geniş anlam ve analiz yetisi inşa edilmemiş kalabalıklar olmamız bizden gayrı her düzeneğin işine geliyor. Nedir bu “dar” ve “geniş” anlam? İster tümden gelin ister parça parça tüme varın. Basit bir paradigma olsun örneğim: İnsan olmayı şeref sayıyorsanız önce adaleti önemsersiniz mesela. Oradan hak ve hukuk üzerine bir nizam düstur edip ortaya durur ve bunu ölüm bahasına savunursunuz düşmanınız olsa bile... O vakit emeğin hakkı için yeri göğü inletirsiniz. Bir ağaç için şehrin asfaltını kapatırsınız. Şu elin gavuru François Marie Arouet’yi, yani namı diğer Voltaire’i aklınıza getirin. Sevmediğinizin dahi sözünün hakkını hukukunu savunun. İmdi sizin karşınızda göz göre göre hak hukuk çiğneniyorsa şeref ve insanlık çiğneniyordur ve bir fiske kadar tepki vermiyorsanız sizde her şey olsa da anlam ve izan yoktur hemşerim. Anlam ve izan yoksa da toplum değil, kalabalıklar vardır. Kalabalıklar da çobana güdülecek sürü hissi verir. Bu, postu kapanların, üstüne oturanların ve konfordan bir hisse pay kaparak arsızca üzerimize höykürenlerin hep işine gelmiştir. Memalikte kendine güç vehmeden kimsenin, ondan olmayan herkesi namertçe tehdit etmesi, gözdağı vermesinin arsızlığıdır bu. Velhasıl Amin Maalouf’un “çivisi çıkmış dünya”sının kadroluları olarak ne dincimiz, ne (kalmasa da) solcumuz, ne demokratımız ne de milliyetçimiz işin hakkını adam gibi verememiş, anlam adamı olamamışlardır.

“Anlam” elbette vasıl olmayı değil, arayışı ifade eder bu cümlelerde. Sorgulamayı, samimi öfke ve itirazı; hatta gerekiyorsa şiddeti ifade eder. Yeter ki anlam adamı olmayı kafese koymuşların elinden kurtarıp alın ve şu güzel memlekete iade edin arkadaşım. Yüksek sesle itirazla “senin gibi düşünmeyeceğim!” diyerek düşünmek isteyenlere bu memleketi dar etmenin âlemi yoktur. Günün 45 saati emeğini satarak geçiren işçinin, üniversite kapılarından çıkıp, gelecek hayali kuran gencin anlam dünyası olmasın diye yapılan sayısız yanıltıcı ve köreltici enformasyonun farkına varmaktır anlam. “Biz babamızdan böyle gördük” lafzıyla “pirimiz ne dediyse o” düsturuyla çağın yokları arasında sayılmak eğer bir tercihse buyurun böyle devam edelim. O zaman çocuklarınızı ve şu ülkeyi seviyorsanız bir daha düşünün; yeter ki düşünün!