Bazı sabahlar uyanmak ağır gelir insana.

Camdan dışarı bakarsın: gökyüzü açık, ama içinden geçen hava kapalıdır.

Çünkü bilirsin, senin şehrinde çocuklar okula gitmek yerine çalışıyor; elleri nasırlı, hayalleri yorgun.

Aynı şehirde birileri, hangi arabayı alacağına karar veremediği için canı sıkkın. Bu Birileri çöpten ekmek toplarken, başkaları yediği yemeğin sunumuna burun kıvırır.

Dünya bu kadar çelişkili mi gerçekten?
Evet.
Ve hayır.
Gerçek şu ki: bu dünya ne kadar güzelse, bir o kadar da acımasız.
İyiliğin varlığı kadar, kötülüğün gölgesi de peşimizi bırakmaz.
Kimimiz gücü elinde tutarken, kimimiz sesi bile kısılmış halde.
Kimi sahip olduklarıyla tatmin olmazken, kimisi yaşamak için nefes sayar.
Belki de beklenen çelişkilerin tam ortasında bir duruş arayışıdır.
Neyi neden yaşadığımızı, neden sustuğumuzu, nasıl değişebileceğimizi sormak için…
Ve belki de hep birlikte şunu unutmamak için.
Gecenin bitiminde gündüzün olduğunu.
Sokaklarda yan yana yürüyen ayni mahallenin iki çocuğunu kaderleri, bazen ayırır.
Birinin elinde son model tablet, diğerinin elinde babasının yıpranmış telefonu vardır ve o telefon evdeki tek cihazdır.
Birinin eğitimine özel dersler, yabancı dil kursları eşlik eder; diğeri sinyal aramak için tepelere çıkar, çünkü evinde internet yoktur.
Bu sadece bireysel kader değil; toplumsal yapının kurguladığı bir eşitsizliktir.
Ve bu eşitsizlik artık öylesine derinleşti ki, “fırsat” kelimesi sadece sözlüklerde kaldı.
Eğitim, yoksul için çıkış kapısı olması gerekirken, artık zenginliğin ayrıcalığı haline gelir.
Adalet, herkes için eşit olmalıydı ama güçlü için daha ulaşılabilir hale geldi.
Çalışmak, onurlu bir yaşam sağlamalıydı ama geçim savaşı haline dönüştü.
Ve işin en tehlikeli kısmı, bu eşitsizliğin giderek normalleşmesidir.
Çocuk işçiliği görüp alışan gözler.
Açlık manzaralarına alışan kalpler.
Yapılan yardımlar, sistematik sorunlara çözüm değil, makyaj gibi uygulanır.
Yardım alan, kendini minnetle borçlu hisseder; veren, bir “lütuf” yaptığını düşünür.
Oysa yardım, bir hak meselesidir; vicdan değil, sistem sorunudur.
Toplumun önemli bir kısmı, her şeyi "haline şükret" ya da "bize ne faydası var" anlayışıyla değerlendirir.
Kitleler sorgulamasın diye ya korkutulur, ya oyalanır.
Ve vasatın egemenliği burada başlar: Bilgi değil sadakat ödüllendirilir, liyakat değil bağlılık aranır.
Bu yapı, sadece adaleti değil, geleceği de çürütür.
Çünkü ehil olmayanlar yönettiğinde; umut, güven ve üretkenlik yerini kaygıya, güvensizliğe ve durağanlığa bırakır.
Peki, toplum neden bu kadar kolay yönlendirilir?
Çünkü medya, hakikatin değil, gücün sesi olmuştur.
Gerçekler parça parça verilir; gerisi kurgu ile tamamlanır.
Ve halk, gerçeklerle değil, yazılan senaryolarla yaşar.
Ama yine de bir şey eksik kalır bu oyunda:
İnsanın vicdanı.
O en derin, en susturulamaz yer…
Bir yerde çırpınır, “Bir yanlışlık var” der.
Ve işte orası, uyanışın başladığı yerdir
Tarih boyunca filozoflar, güç ve ahlak arasındaki çatışmayı sorguladı.
Platon adaleti ideal bir düzende aradı. Makyavel, "gücün korunmasını ahlaktan üstün " gördü.
Nietzsche, “kendisini iyi sanan zayıflar”ı eleştirdi; çünkü ona göre gerçek güç, kendi ahlakını yaratandı.
Bugün yaşadığımız çelişkilere bu gözle bakınca, başka bir soru doğar:
Güç neden liyakati değil sadakati sever?
Çünkü liyakat, güce bağımlı değildir.
Çünkü bilgili insan, soru sorar.
Çünkü düşünen insan, sorgular.
Ve sistemler, sorgulayanı değil, itaat edeni tercih eder.
Ama burada tehlikeli bir kırılma başlar:
Gücü elinde tutanlar, sadece kendi gibi düşünenlerle çevresini sarar,sadece onların sesini duyar
Akraba, eş, dost, yandaş...
Devletin kadroları bir ağa dönüşür,bağlantılarla örülmüş, yetenekle değil.
Bu düzenin dışına itilen liyakatli insanlar ya ülkeyi terk eder, ya içe döner.
Böylece toplum, bilgeliğini kaybederken, sıradanlığı kutsamaya başlar.
Her şeyin vasatı, "doğal olan" gibi sunulur:
“Zaten hep böyleydi.”
“Sen tek başına neyi değiştireceksin?”
“Boşuna uğraşma.”
Oysa asıl sorun, işin ehli insanların “zaten anlamazlar” diyerek geri çekilmesidir.
Çünkü ne kadar çekilirsek, o kadar yer açılır cehalete
Gerçek cesaret, güce rağmen adil kalabilmektir.
Ve gerçek erdem, sadece doğru olanı yapmak değil, doğru olanı ısrarla savunmaktır.
Belki de bu yüzden filozoflar çokça yalnız kalmıştır.
Çünkü düşünmek cesaret ister, ama cesaret her çağda az bulunur.
Bu dünya yalnızca karanlıklardan ibaret değil.
Evet, her köşe başında bir çelişki, her cümlede bir acı var.
Ama aynı zamanda, sessizce iyilik yapanlar, adaleti savunanlar, sesini kaybetse de kalbini yitirmeyenler de var
Paylaşmak bir zayıflık değil, insan olmaktır.
Yoksulken de elini uzatabilmek, adaletin peşinden koşmak.
Haksızlığa karşı dik durmak…
Bunlar, zamanla kaybettiğimiz değil, yeniden hatırlayabileceğimiz meziyetlerdir.
Her birey, içinde bir değişimin tohumunu taşır.
Ve toplumsal dönüşümler, büyük liderlerin nutuklarıyla değil; küçük insanların büyük cesaretleriyle başlar.
Bir çocuk okula gidebildiğinde,
Bir işçi hakkını aldığında,
Bir insan düşüncesini özgürce ifade edebildiğinde,
toplum yeniden ayağa kalkar.
Bu yüzden şimdi, umuda tutunma zamanıdır.
Farklılıklarımızı zenginlik saymak, birlikte yaşamanın yollarını aramak zamanıdır.
Çünkü hiçbir ideoloji, inanç, kimlik; bir çocuğun gözyaşından, bir annenin feryadından, bir insanın özgürlüğünden daha değerli değildir.
Haksızlıklar karşısında susmayalım.
Yeter ki insan kalalım
Özgürlük, sadece haklı olduğumuzda değil, katılmadığımız sesleri de yaşatabildiğimizde anlam kazanır.
Adalet, güçlüden yana değil, doğrudan yana olduğunda güçlüdür.
Ve umut, sadece güzel sözlerle değil, birlikte atılan adımlarla yeşerir.
UMUDUMUZU KAYBETMEYELİM