Habermas’ın “insanın doğaya egemen olmasıyla birbirine (insanın insana) tahakküm kurması” arasındaki fenalık çizgisinin nasıl sıradanlaştığını vurgulayan cümlesini önemserim. Bir ifadeyle tepemize binen araçsal aklın/egemenliğin doğal görünüme bürünmesini anlamadan başımıza bela ettiğimiz yaman felaketlere ayıkmamız güçtü; yapamadık. İşte Habermas bunu işaret ediyor. Modernitenin azgınlığında doğayı mahvederken ve ona uyguladığımız şiddetin umurunda bile olmazken yetmedi, iç doğamıza ve özgürlüğümüze aynı şiddeti öyle bindirdik ki şimdi geri dönülemez noktadayız. Bu geri dönülemez noktada her değeri tüketen akıl ve ruhla maalesef biz de bulunuyoruz.

Kabul edelim; vallahi biz kapitalizmle öyle böyle değil, yaman bütünleşmiş bir toplumuz ki hiç oralı olmamaya çalışmanın âlemi yok. Hani soralım; şu ekonomik kriz, iktidarın sırf faiz indirimine bağlana bilir mi? Bizim metalaşma, piyasalaşmamız bütün ruhumuzu saran artık (safra) bir yöndür ve sömürünün tillahı “pazar oluşumuzla” mağruruzdur. İnsanların piyasa üretiminde kişi/zaman/üretim değeri, tüketim indeksi ve gelir vergisi payı olarak hesaplandığı yerde muazzez medeniyetimizden bahsetmek acip kaçıyor. Özne (insan) ile eşyanın (nesne) yer değiştirdiği yerde birbirimizi boğazlarken tarih, medeniyet, din ve ülfet aranmaz. Boğazımıza kadar meta fetişizmine gömülmüşüz, daha birbirimize neden maval okuyoruz?

Kendimize bir iyilik yapsak ve İslamcısı, Kemalist’i, Ülkücüsü ve Solcusu fark etmeksizin “bizden olan iktidar olsa da onun güdümünde olmayacağız” gibi bir toplum sözleşmesini hayata geçirsek becerebilir miyiz? Demokratik kültür olmadan zor değil mi? Alttan gelerek üste çıkan sizinle olmadığı için sizden değildir; kopar gider ve sınıflı bir toplum olmamamız sebebiyle hegemonya bizde işlemez. Bu halde gücü isteyenlerin elinde ideolojik güdümlemeden başka istismar alanı kalmıyor ve diktatörce bakışın, sürüleşmenin, ötekileştirmenin en ikonik tasvirini yapmak da bize düşüyor.

Hiçbir ideoloji ila siyaset için nesne olmamamız gerek ve iktidar kovalayanlar da tek boyutlu insan yaratma niyeti taşımamalıdır. Ki ben, Ülkücü olmaklığımla böyle düşünmek mecburiyetindeyim. Durağan olmayan tarih diyalektiğinde statik, yedekte tutulan gaza ordusu, rejimin sadık savunucu gibi titr ile kitleleşmeye dur demek için ne gerekli? Elbette önce insan yönlerimizin farkına varmak. Meselelerimizi bu farkındalığa varmadan çözemeyeceğimiz bellidir. Aracın gaye edildiği, gaye-insanın araç kılındığı bir düzeni 85 milyon sorgulamalı. Bu sorgulama ise bastırılmadan yapılmalıdır. Alevi konuşmalı, azınlık konuşmalı, suskunluk sarmalına girmiş her kesim konuşmalıdır; ama anlam üretmek adına ve var olan anlamı anlamakla beraber… Laf ola demeyin ki fena dalalettir; ev sahibi ile kiracının birbirini öldürdüğü bir memlekette halen kafalar toprağa gömülüdür ve bu, insanı araca döndüren hunharlık varken semavi bir dini yeryüzüne inmemiş kabul ederim; Muhammedi düzen böyle olamaz.

Ne demek istiyorum; biraz daha açayım: “Ben” olma anlamımı ve “sen” olma gerçeğini bir kenara iten ne ise ona karşı mücadele etmenin gerekliliğidir asıl mesele; çünkü seni yok eden sırası gelince beni de yok edecektir; işte araçsalın/araçsallaştırmanın aklı budur. İktidara varmak yahut onu tutmak ile hemhal araçsal aklın dişlilerinde öğütülmek için sırada bekleyen bizler; cahil bırakıldığımızı, sürekli iş ve aş korkusu ile bastırıldığımızı, bitimsiz ideoloji tahakkümünde kompartımanlara ayrıldığımızı, damgalandığımızı nasıl anlayacağız? Bunları anlamadan “hangi Türkiye” gerçeğini fark etmek zordur ve yine özlenen Türkiye’ye varmak hedefi güzel bir hayal olarak kalacaktır.