Geçtiğimiz haftalarda, Adıyaman’ın Kâhta ilçesine bağlı bir köyde “Dört yüz yıllık dut ağacı, içinde şeytan olduğu gerekçesi ile yakıldı” diye bir haber çıkınca merak edip araştırdım. Meğer bu haber yayılınca köy muhtarı ile o ağacın arazi sahibi “Bunun doğru olmadığını, piknikçilerin yakmış olabileceğini” söylemişler. Yayınlanan video ve resimlerde ise ağaç çevresinde piknik ateşine dair bir işaret yok ve o dört asırlık ağacın doğrudan doğruya kovuğundan tutuşturulduğu anlaşılıyor.
Ne yazık ki ülkemizde son yıllarda giderek yayılan hurafeler yüzünden bu “şeytan işi”ne ihtimal vermesek olmaz. Çünkü sözde okuyup mürekkep yalamış ve üstüne üstlük “İslam Hukuku Profesörlüğü” gibi bir paye de almış olan birinin, “Hafızlarla abdestsiz musafaha (el sıkışma) yapmayın diyesim geliyor” dediği, başına sarık, sırtına cübbe geçiren din bezirgânlarının dinde yeri olmayan saçma sapan şeylerle müritlerini uyutabildikleri ve en son bir ilçe müftüsünün, “Noel baba iyi bir insan olsaydı bacadan pencereden değil de kapıdan girerdi” diye beyanat verdiği bir ülkede sade vatandaşın hurafeciliği öyle masum kalıyor ki!
İster “içinde şeytan barındırdığı”, ister “piknikçi ateşine kurban gittiği”, ister bir kendini bilmezin fantezisi, isterse tarla sahibinin keyfi için yakılmış olsun; bir ağacı yakmak çok büyük bir ahlâksızlık, çok büyük bir terbiyesizlik, görgüsüzlük ve çok büyük bir günahtır. Allah’a şükür görüp geçirmişliğimiz var, dünyayı tanıyoruz. Dünyanın hiçbir medeni ülkesinde böyle vurdumduymazlık, böyle sorumsuzluk olmaz, olamaz. Hadi bir asrı, iki asrı geçelim de; üç - dört asırdır yaşayan bir ağaç neden koruma altına alınmaz? Bu yazım belgesel niteliğinde olacak ve anlattıklarımı, yazdıklarımı resimleri ile belgeleyeceğim.
İşte 1389 yılında Kosova’da, kazandığı zaferden sonra şehit olan Murat Hüdavendigâr’ın, orada bulunan türbesinin önüne aynı tarihte dikilen dut ağacı… Bu ağaç, 2018 yılı itibariyle tam 629 yıldan beri ayakta duruyor. Evet… Yaşlanmış, bedeninde kovuklar oluşmuş, dalları sarkmış ama hâlâ yaprak çıkarıyor, meyve vermeye çalışıyor ve bizzat çektiğim bu resimde görüleceği gibi desteklerle yaşatılmaya çalışılıyor. Kısacası, koruma altına alınmış.
Bir resim de Özbekistan’ın baştan sona tarih kokan Buhara şehrinden… Tarihi İpek Yolu’nun merkezi Buhara… Orada “Leb-i Havz” diye adlandırılan bir bölge var ki, yüzlerce tarihi eserle birlikte bilmem kaç yüz yıllık dut ağaçları ile dolu ve hepsi de tescil edilmiş, künyeler verilip levhaları asılmış. Yani devlet koruması altındalar. Onlara kimse zarar veremez, bir çılgın kalkıp da yakamaz, kesemez. İşte Buhara’da fotoğrafını çektiğim o künyelenmiş dut ağaçlarından biri…
Can Azerbaycan’dan da bir resim koymadan geçmek olmaz. Şeki şehrinde artık 500. yaşına girmekte olan devasa bir çınar ağacı var; adı da Han Çınarı. Gövdesi 12 metreye yakın, boyu 34 metre. Tabelası takılmış, künyesi yazılmış, geçmişten geleceğe bir köprü olarak duruyor. Devlet koruması altnda ve “tokunulmaz!”
Gelelim bizdeki duruma… Adıyamanlılar alınmasın, orada yakılan dört yüz yıllık dut ağacı yalnızca bir örnek. Ne acıdır ki Türkiyemizde bunun gibi nice dut ağaçları, nice çınarlar, nice orman ağaçları bakımsızlıktan, susuzluktan, ilgisizlikten ya da kadir bilmezlikten yok olup gidiyor. Kendi memleketim olan Burdur’un Bucak İlçesi’ndeki Koca Kavak, Dereköy ve Ağlasun ilçemizdeki dev çınar ağaçları kimliksiz ve hiçbir bilgi kırıntısı olmadan öylece duruyorlar. İlçemizdeki Koca Kavak ise neslini devam ettirebilmek için kendisini korumaya almış ve hemen önünde çıkardığı sürgün asırlara meydan okumaya hazırlanıyor…
Yıllardan beri Bursa ve Edirne’ye gitmedim. Oralardaki çınarlara künye verilmiş midir bilmiyorum. Oysa bir Çevre ve Şehircilik Bakanlığımız, Bir Orman ve Su İşleri Bakanlığımız, Valilerimiz, Kaymakamlarımız, Belediye Başkanlarımız, ayrıca Çevreci Kuruluşlarımız var. Bütün bunlara rağmen gözümüz gibi bakmamız gereken ağaçlarımızı, tabiat varlıklarımızı koruyamıyor ve üstelik yakıyoruz.
Bu durumda “Biz neden böyleyiz” sorusunu sormak ve hem etkili ve yetkililerimizden hem de “köylü – şehirli” demeden milletimizin bütün fertlerinden kendilerini hesaba çekerek cevap vermelerini istemek hakkımız değil mi?
Tabii, bir sorum daha var… Hepimiz kendimizi siygaya çekelim bakalım, Kosova, Azerbaycan ve Özbekistan’daki kardeşlerimiz mi daha medeni ve daha halis Müslümanlar yoksa biz mi?
Sahi, biz neden böyleyiz?