Son yıllarda ve özellikle son haftalarda bir “Eski Türkiye”/”Yeni Türkiye” lafıdır dillerden düşmüyor. Eleştiri kabul etmeyen “Biz yaptık oldu” anlayışındaki iktidar mensupları hemen “O eski Türkiye’de idi” diyerek kestirip atıyorlar. Yaşımız kemale erdi, 102 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinin 73, hadi çocukluk yıllarını geçelim, en az 65 yıllık dönemine şahitliğimiz var. Okuyup yazmışlığımız da olduğuna göre Osmanlı dönemi ile Cumhuriyetimizin ilk yılları hakkında da elbette bildiklerimiz, görüşlerimiz var.

Osmanlı dönemi ile ilgili olarak Anadolu’ya üvey evlat gibi davranılmış olduğunu söyleyip geçmek istiyorum. Durum ortada olduğu için buna kimse itiraz edemez, edenler de cevabını alıp otururlar.

Önce Diyanet’le başlayalım…

Türkiye’mizin parçalandığı, Anadolu’muzun, Osmanlı İmparatorluğu’nun imzaladığı Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması ile paylaşılıp işgale uğradığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı kurtuluş harekâtı sonunda Ankara’da oluşturulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi Hoca idi. Börekçi Hoca, hanımı ve kendisi için ayırdığı Kefen Parasını getirip Millî Mücadele için oluşturulan sandığa teslim ediyor. Mustafa Kemal Paşa’nın, “Geri verilmek üzere alındığını” beyan etmesi üzerine, “Paşam, biz bu parayı bu günler için biriktirmiştik” diyerek kabul etmiyor. Bu hesapları tutan ve alınan her şeyi kayda geçiren Mazhar Müfit Kansu’nun, “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” isimli eserinde Rıfat Börekçi Hoca’nın ayrıca Ankara eşrafından topladığı belli bir miktar parayı da teslim ettiği bütün ayrıntıları ile anlatılıyor.

Türkiye’mizin işgalden kurtuluşu ve Cumhuriyetimizin kuruluşuna giden yolda din adamlarımızla Diyanet İşleri Başkanlığımızın böylesine önemi vardır. Ancak geçen zaman içinde siyaset her şeyi olduğu gibi Diyanet Kurumu’nu da etkisi altına almış, bu etki giderek artmış ve günümüzde zirveye ulaşmış durumdadır. Günümüzde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın icraatlarından bütçesine kadar her hareketi tartışılıyor, gündemden düşmüyor. Makam araçları, korumaları, lojman masrafları, hutbeleri… Say da say.

Derken Korkusuz Gazetesi’nde yazan Memduh Bayraktar’ın bir karşılaştırması yayınlandı.  12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında Ferit Melen’in Başbakanlığı altında kurulan ve “Partiler Üstü Hükümet” olarak adlandırılan dönemde Ağustos 1972 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilen Dr. Lütfi Doğan’la günümüzdeki Başkan arasında yapılan bu karşılaştırma oldukça ilginç. O günlere elbette şahittim. Lütfi Doğan Hoca, “Olağanüstü Yönetim” olarak adlandırılan bir dönemde göreve getirildiği için hakkında yürütülen kara propagandanın aksine İslamiyet’i iyi biliyor, iyi anlatıyordu. Konuşmaya başlasa sohbetine doyamazdınız. Hani derler ya, “Yılanı deliğinden çıkarır!” Öyle hoş, güzel bir anlatımı vardı. Güzel icraatları oldu. İmamların, hocaların çoğu bilmez ama Türkiye Diyanet Vakfı’nı da o kurmuştu. Memduh Bayraktar Dr. Lütfi Doğan’ın özelliklerini şöyle sıralamış:

“Makam aracı yoktu. Koruması yoktu. Fransızca, Arapça, Farsça, İngilizce biliyordu.  Eşini bir kere bile devlet parası ile Hacca götürmemişti. Öğle yemeklerini personelle birlikte yiyor, kendisine özel yemek yapılmıyordu. Herkesten saygı görüyordu.”

Çok konuşulduğu, yazılıp çizildiği için Memduh Bey’in mevcut Başkan’la ilgili yazdıklarını buraya almıyorum. Rıfat Börekçi ve Dr. Lütfi Doğan şimdikilerin anlayışına göre “Eski Türkiye”de Başkanlık yapmışlardı. “Yeni Türkiye” diye adlandırılan döneme kadar başka Diyanet İşleri Başkanları da gelip geçti ancak küçük istisnalar dışında hiçbirisi günümüzdekiler kadar gündem olmadılar, tartışılmadılar.

Diyanet böyle de gelelim siyasilere… “Eski Türkiye” dedikleri dönemde siyasiler birbirlerine hakaret etmiyor, ağza alınmayacak laflar etmiyorlar, oturup konuşabiliyorlar, televizyon programlarına birlikte çıkıp medeni bir halde tartışıp görüş ve fikirlerini anlatabiliyorlardı. Gerektiğinde şakalaşıyor, hastalıklarında birbirlerini ziyaret ediyor, çeşitli kılıklarda çizilen karikatürlerine gülüp geçiyor, eleştirildikleri parodileri, haklarında sahnelenen mizahları gidip salonlarda seyrediyor, seyircilerle birlikte onlar da gülüyor, alkışlıyor, üstelik sahneye çıkıp oyuncuları tebrik ediyorlardı. Yasakçı değillerdi. Sosyal medya günümüzdeki kadar çeşitlenmemişti ama, çevresindekiler yasak getirilmesini teklif edince Süleyman Demirel’in verdiği cevap meşhurdur: “Ne yani, yasaklayalım da gelip bize mi tıklasınlar?”

Mesela 2000 – 2007 yılları arasında Cumhurbaşkanı olarak görev yapan Ahmet Necdet Sezer… Sol görüşlü olabilir, fikirlerini beğenmeyebiliriz, beğenmeyebilirsiniz ama dürüstlüğüne, devlet malını kullanırken gösterdiği titizliğe kimse bir şey diyemez, diyememelidir. 2004 yılında Çankaya Köşkü’nde oğlunun düğününü yapmıştı. Törenden önce elektrik sayaçlarını not ediyor ve düğün için yapılan diğer bütün masraflarla birlikte o sırada kullanılan elektrik ücretlerini de hesaplatarak ödemesini yapıyor. Koruması için tahsisi edilen 14 aracı iade ediyor, yalnızca bir Eskort ve Koruma aracı dışında araç kullanmıyor. Geliş geçişlerde trafiğin kesilmediğine, makam aracının kırmızı ışıklarda durduğuna bizzat şahit olduğumu söyleyebilirim. Günümüzde ise aracımı yol kenarında bulunan ve miting alanına 500 – 600 metre uzaklıktaki bir caminin yanına park edip namaz kılmama izin verilmedi ya, onu ömrüm boyunca unutmam mümkün değil.

“Eski Türkiye”nin valileri de bir başka idi. Onlar kendilerini atayan siyasilerin değil, Devlet’in valisi olduklarını her halleri ile belli ediyor, lükse, israfa, şatafata dalmıyorlardı. İki örnek vereceğim.

Yıl 1986. Anavatan Partisi iktidar, Turgut Özal Başbakan. Memleketi Malatya’ya gelen Başbakan büyük bir kalabalık tarafından karşılanıyor. Miting alanındaki otobüsün üstüne çıkarken Malatya Valisi, Naim Cömertoğlu’nun da yanında olmasını ister. Vali Bey, iktidarın değil Devletin Valisi olduğunun şuurundadır. Otobüse çıkmak istemediği için “Uygun olmayacağını” söyler. Siyasi güç ısrar edince çıkmak zorunda kalır. Gelin görün ki Özal’ın boyu kısa olduğu için miting alanındakiler göremeyince “Çöök, çök” sesleri yükselir. Bakan Hüsnü Doğan dahil herkes çöker, Özal’ın yanında duran Vali Cömertoğlu çökmez. Özal, elinde açık duran mikrofondan “Vali sen de çök” diye seslenince Naim Cömertoğlu, görevden alınacağını bile bile, “Sayın Başbakanım, Vali çökerse Devlet çöker” der ve otobüsten iner. Nitekim daha sonra görevden alınır.

İkinci örneğimiz Bilecik, Niğde, Erzincan ve Manisa Valisi olarak görev yapan Refik Arslan Öztürk’le ilgili. Görev süresi içerisinde birkaç defa “Yılın Valisi” ödülünü alan ve “Tasarrufçu Vali” olarak bilinen Öztürk’ün, evinden makamına yürüyerek gittiği hep anlatılır. O, Ankara’da resmi görevli olarak katılacağı Valiler Toplantısına bile makam aracını kullanmadan otobüs biletini alarak seyahat eden biridir. Tatilde iken de devlet imkanlarını hiç kullanmaz. Nitekim Bilecik Valisi olarak görev yaparken tatilini geçirmek üzere İzmir’den bir minibüse binerek Çeşme’ye hareket etmiştir ve ayakta yolculuk yapmaktadır. Trafik çevirmesinde kimlik kontrolü yapan polisler, İçişleri Bakanlığı tarafından verilen “Bilecik Valisi” kimliğini görünce şaşırarak, “Sayın Valim, sizi biz götürelim” derler. Vali Bey’in cevabı karşısında bir daha şaşırırlar: “Teşekkür ederim, tatilde iken devletin aracını kullanmam!”

İşte “Eski Türkiye” diye küçümsenen devletimizin bürokratları, idarecileri böyle idi. İstisnalar elbette olabilir ama israf, lüks ve şatafat alıp başını gitmemişti.

Daha pek çok örnek verilebilir. Çünkü geçmişte milletimizin vergileri, devletimizin imkanları ile yapılıp zaman içinde yok pahasına satılan ve şimdilerde “Müşteri Garantili Yap İşlet Devret” sarmalına sokulup dededen toruna borçlandırıldığımız işlerden söz etmedim bile!