Cabiri Faslı bir düşünce adamı. Arap-İslam dünyasının yeniden yapılanması için önemli eserler verdi.
Bu eserlerden biri, "Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma."
Kitabın başlığı da içeriği de Arap dünyasının yapılanmasını önceliyor. Her öneri evvela Arapları muhatap alıyor.
Oysa bu ülkede Türk-İslam denilince ilk ayağa kalkanlar, siyasal İslamcılar oluyor. İçinde Türk geçen her ifade -ırkçılıkla- özdeşleştiriliyor. Kabilecilik teşvik edilirken veya en azından hoş görülürken millet ve milliyetçilik aforoz ediliyor.
Cabiri kitabının başında bir dönem bizde de moda olan (önce Türklük mü, Müslümanlık mı?) Araplık mı önde olmalı, İslam mı? tartışmalarına ışık tutuyor ve bu önce-sonra tartışmalarının abes olduğunu söylüyor. Araplık ve İslamlığın bir ikilem olmadığını birinin dini, ötekinin milliyeti ifade ettiğini belirterek "söz konusu tezlerin kabul ettikleri konularda haklı, reddettikleri konularda haksız olduklarını savunarak orta bir yol izliyor. Onun için bir İslam düşünürü olmasına rağmen çalışmalarında Arap-İslam kavramını anahtar olarak kullanıyor. O, millet gerçeğini reddetmediği gibi düşüncelerini bu zemine oturtarak ifade ediyor. Var olmayan bir topluma konuşmak yerine var olan bir topluma konuşarak -gerçekçi- bir yol izliyor. "Araplar İslam'ı kabul ederek aslında köklerine kendilerini Müslüman olarak adlandıran ataları İbrahim'e dönmüşlerdir"(s.23) diyerek İslam'la Araplığı kucaklaştırıp bir anlamda özdeşleştiriyor.
Milli kimliği bir ötekinin varlığı ile tanımlamak öteden beri- bazı milliyetçilik kuramcılarının- başvurdukları yöntemlerinden biridir. Bu, sömürgecilik geçmişi olan toplumlar için doğru olsa da her toplum için genelleştirilemez. Çoklu -ötekiler- olabileceği gibi bazen milli kimlik böyle bir ötekine ihtiyaç duymayabilir. Cabiri, Araplık kavramının, bir din ve medeniyet olarak "İslam" ile olan ilişkisi ile değil, aksine, egemen olan 'öteki' ile olan ilişkinin belirlediğini"(s.25) iddia eder. O öteki Arap milliyetçilerine göre Türk'tür. Yani "Türkleştirmeye karşı Araplık; Haçlı Avrupa'sının sömürgecilik emellerine karşı İslam"(s.26) Bu ikilemin konjonktürel olduğunu ifade eden Cabiri," bunun ne ulusal kimlik düzeyinde bir parçalanma ne de geleceğe dair esasa ilişkin bakış açısı farklılığından kaynaklanmadığını, tamamen taktiksel olduğunu belirterek"(s.27) tartışmaya iki tarafı da kollayan bir bakış açısı getiriyor. Ancak Türk bütün Arapların ötekisi değildir, mesela Cezayirlilerin ötekisi Fransızlardır.
Yazar bu çerçevede Arap milliyetçiliğinin önemli isimlerinden Michael Eflak'ın görüşlerini ve milliyetçilik anlayışını da değerlendirir. Eflak, bir Hıristiyan olup Baas partisinin kurucusu ve ilk Genel Başkanıdır. Ancak hayatı boyunca Arap birliğini savunan bir Arap milliyetçisi olmuştur. Hz. Peygamberden bahsederken Arap peygamber diye bahseder. "Muhammed (S. A) Arapların tümüydü, her Arap bugün bir Muhammed(S.A) olmalıdır, der."(s.33).Cabiri, Eflak'ın fikirlerini değerlendirirken onun üzerinden din ve milliyetçilik arasında uzlaştırıcı tutumunu sürdürür. Eflak'ı rahmetle anar, onun şu görüşlerini paylaşır: “Arap milliyetçileri dine düşman olamaz hatta onu görmezlikten bile gelemez. Çünkü İslamsız Araplık olumsuz bir kavramdır. Zira İslam olmadan Arap milliyetçiliği içi boş bir kalıp olarak kalacaktır...Eğer Araplar, İslami geçmişlerinden soyutlanırlarsa, onların milli bilinçlerini bağlayacak olan nedir?(s.33)
Peki Müslüman olmayan Arapların durumu ne olacaktır?
Eflak'a göre," Hıristiyan Araplar, milliyet duyguları tamamen uyanıp asil karakterlerine dönmek istediklerinde göreceklerdir ki, İslam kendileriyle beslenmeleri gereken milli bir kültürdür. Dolayısıyla onların, bu kültürü kavrayıp sevmeleri ve böylece İslam'a en yüksek seviyede önem vermeleri gerekir. (s.35)" Kısacası bu Baas(diriliş) filozofuna göre, "dinin, Arapların ruhu ve birliklerinin unsuru olması itibarıyla, milliyeti dinle, dini de milliyetle irtibatlandırmadan, ümmetin yeniden dirilmesi mümkün değildir. (s.34)" Hıristiyan Michael Eflak bunları söylerken bir de bizde İslam’ı milliyetçiliğin dışına itmeye çalışanları düşünün.
Cabiri kitabında, İslam dünyasının birçok bölgesinde ortak olan zihniyet sorunlarına da değiniyor. Yeni hayatın gerçekliği anlaşılmadan yeni bir medeniyet sıçraması olmayacağını söylüyor. Geçmişi bugüne getirmenin beyhude bir çaba olduğunu, İslam'ın ışığını bugüne tutmak gerektiğini ifade ediyor. Özellikle dini anlamadaki sorunlara dikkat çekerek, söz gelimi bidat kavramını ele alıp pek çok fakihin hataya düştüğünü şu örneklerle anlatıyor:" Geçmişin kimi fakihleri, İslam'ın ilk döneminde olduğu gibi, ilmin mescitlerde öğrenileceği gerekçesiyle, medrese yapmayı bir 'bidat' olarak kabul etmişlerdir. Aynı şekilde, sahabe döneminde köprü olmadığı gerekçesiyle köprü yapmayı sapık bir bidat olarak değerlendirenler olmuştur.(s.41)" Bu fıkıhla bugünün insanına gitmek, onu fethetmek mümkün mü?
Yazara göre asıl mesele, Müslümanların kendi zamanlarına uygun; yani çağlarını yaşayabilecekleri, Selefin eski gidişatını tamamlayacak yeni bir 'yaşantı tarzı' oluşturup, ondan da gelecek nesillerin kendilerine özgü ' yaşantı biçimlerini' kurma konusunda kendisinden ilham alabilecekleri, dipdiri bir pratik oluşturup oluşturamayacakları meselesidir.(s.47) Bedenleri ile bu günde zihinleriyle başka bir çağda olanlar dikkate alındığında, yazarın bu tespitinde hiç de haksız olmadığı anlaşılacaktır. Bir başka ifadeyle," bu çağdaki her şey, her gün ve her saat 'selef'in' (öncekilerin) değil, halefin (şimdikilerin) çağı olduğunda ısrar edilmelidir. (s.47)"
Kitap, din, siyaset, demokrasi ve İslam dünyasındaki zihniyet problemlerini anlamada önemli bir çalışma. Tek bir yazıya sığmayacak kadar önemli bir eser. Onun için önümüzdeki hafta kitapta gezinmeye devam edeceğiz...