Dünya karışık, devletler birbirlerine acımasız, saygısız, insanlar vahşi, her yerde terör kol geziyor ve çaresizlik içindeki kitleler oradan oraya sürüklenip ölüm kalım mücadelesi veriyorlar. Bu hengameden en çok etkilenip başına çorap örülen ülkelerin başında da Türkiyemiz geliyor. Sayılarını net olarak resmî kurumlarımızın bile bilemediği milyonlarca sığınmacı baştan aşağı yurdumuzun her köşesine dağılmış, yayılmış durumda. Gelenlerle her bakımdan uyum içinde olmak elbette mümkün değil. Gelenek görenekler, anlayışlar, aile hayatı ve hatta yiyip içmeler bile farklı. Haliyle böylesine bir etkiye karşı tepkiler de oluşuyor.

Gösterilen tepkiler yer yer çatışmalar, kavgalarla kendini gösterdiği gibi siyasiler tarafından dillendirilerek, sosyal medya ortamında paylaşılarak ve bazı haber sitelerinde yazılarak da dile getirilebiliyor. Bütün bunların olmaması mümkün değil. Makul ölçülerin dışına çıkılmayan bütün tepkileri anlayışla karşılamak gerekir.

Ancak ne var ki bu anlayışı ya da “makul ölçüleri” yalnızca vatandaşlardan, konuşarak, yazarak tepkilerini dile getirenlerden değil bütün resmi kurum ve kuruluşlarla siyasilerden ve ülke yönetiminde söz sahibi olanlardan da beklemeliyiz.

Son zamanlarda bu konuda tepki gösterenlere karşı bir operasyon düzenlendi ve bazı tutuklamalar oldu. “Türkiye bir hukuk devletidir” dediğimize, dendiğine göre hukuk içerisinde bütün bunlar olacaktır. Ancak yukarıda işaret ettiğimiz gibi resmi kurum ve kuruluşlarımızın da dikkat etmesi gereken hususlar var. Haber sitelerinden birinde sığınmacılarla ilgili olarak yazdıklarından dolayı işlem yapılan biri için tutulan tutanak kamuoyuna yansıdı. Tutanak kamuoyuna yansıyabilir de orada geçen şu ifadeye bakar mısınız?

“Gönderilerinde milliyetçi paylaşımlarda bulunduğu tespit edilmiştir!..”

Vay anasına bilhassa! Breh, breh, breh! “Milliyetçi paylaşımlarda bulunmuş”, öyle mi? Vurun kafasına!

Olacak iş değil ama oluyor. Oluyor ve gazeteci İsmail Saymaz 20 Ekim tarihinde yayınlanan “Milliyetçi Paylaşımlarda Bulunmak Suçu” başlıklı yazısında, “Milliyetçi paylaşımlarda bulunmak ne zaman suç oldu” diye soruyor.

Bu ilk değil ki Sayın Saymaz! Osmanlı döneminde de öyle idi, Ce Ha Pe döneminde de öyle idi, 12 Eylül’ü yapan Netekim Paşa döneminde de öyle idi ve ne yazık ki işte gördük, görüyoruz, duyduk, duyuyoruz, A Ka Pe döneminde de öyle. Yani Türk Milliyetçilerinin kaderi değişmiyor.

Tarihe “1944 Milliyetçilik Hadisesi” diye geçen olaylar malum. Büyük Türk milliyetçisi Nihal Atsız’ın devrin Başbakanı’na yazdığı mektup üzerine gelişen olaylar ve ardından açılan dava ve tutuklamalar… Bunun safahatı geniş. Bilenler biliyor da bilmeyenler lütfedip ilgili kitaplara ya da “Google” amcalarına müracaat ederek öğrenebilirler. O davada tutuklananlardan biri de o sıralarda genç bir teğmen olan Alparslan Türkeş’tir. Nihal Atsız’a yazdığı bir mektup yoluyla “Milliyetçi paylaşımlarda bulunduğu” için tutuklanmıştı. Türkeş, mahkemedeki savunmasında şunları söyler:

“Diğer sanıklarla birlikte bana da vatan hainliği suçu isnat edilmiştir. Bunu şiddetle reddederim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim”

Bunları söylemiş ama 9 ay 10 gün cezaya çarptırılmıştı. Cezası daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozuldu ve beraat ederek yeniden askerlik görevine başladı.

Dedik ya, Türk Milliyetçilerinin kaderi değişmiyordu. 12 Eylül darbesini yapan Netekim Paşa ve arkadaşlarının kurdukları Sıkıyönetim Mahkemesi de Türkeş ve arkadaşlarını yargıladı. 945 sayfalık koskoca bir “İddianame” hazırlanmıştı. (Evrak no: 1980/7040, Esas no: 1980/7040, Karar no: 1981/600) Lütfen dikkat buyurun, suçlarının en büyüğü ne idi?

“Türk milliyetçilerini Atatürkçü değil, Atatürk’ü Türk milliyetçisi olarak gören, böylece Atatürkçülüğün dışında bir milliyetçilik görüşüne sahip MHP’nin, gerçek Atatürk milliyetçilerinin yeterince etkin ve egemen olamadıkları Türkiye’mizde aldatıcı, çarpık duygularla etkilediği gençliği, ‘Komünist – Milliyetçi’ diye bölerek ülkemizi bir iç savaş ortamına getirdikleri…” (İddianame, Syf 889)

Düşünebiliyor musunuz? Alparslan Türkeş ve arkadaşları, unutturulmaya çalışılan Türk adını devletimize ad olarak koyan Atatürk’ü Türk Milliyetçisi olarak görmüşler! O Atatürk ki şöyle diyordu: “Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir.”

12 Eylül döneminde, şimdiki İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı’nın babası Askeri Savcı Nurettin Soyer tarafından hazırlanan iddianame yalnız bu gariplik ve yanlışlık içinde değildi tabii… İşi Malazgirt’e, Sultan Alparslan’a kadar götürüp tarihi seyir içinde gelen milliyetçi hareket ve ifadeleri yargı masasına getiriyordu. Alparslan Türkeş ise bir ders niteliğindeki savunmasında o iddiaları şöyle cevaplamıştı:

“Sayın Savcı iddianamenin baş tarafında, sayfa 119’da “Örgütün Düşünce Yapısı, Genelde Tarihi Süreç İçinde Benzer Fikir Akımlarının Gelişimi” başlığı altında nazizmin, faşizmin Almanya’da ve İtalya’daki gelişmesini hikâye etmeye çalışmış. Ve benzer fikir akımı diyor. Hiçbir benzerliği yoktur…”

“….Buradan alıyor, Malazgirt Zaferi’nden bahsediyor. Ondan sonra 1908’de Türk Derneği’nin kurulduğundan, daha sonra Türk Yurdu Cemiyeti’nin kurulduğundan bahsediyor, daha sonra Türk Ocağı’nın kurulmasından bahsediyor. Peki, bunları niye faşistlikle suçluyor anlamıyorum. Bunların faşizmle hiçbir alakası yok. Bunlar kurulduğu, faaliyete geçtiği zaman dünya üzerinde faşizm kurulmamış. Sonra bu dernekleri kim kurmuş? Türk Derneği’ni Yusuf Akçura ismindeki Türk âlimi kurmuş. Yusuf Akçura Bey, Kazan Türklerinden bir Türk. Gençliğinde Türkiye’ye geliyor, Harp Okulu’na giriyor. Harp Okulu’ndan subay çıkıyor. Yüzbaşı rütbesine kadar Osmanlı Ordusu’na hizmet ediyor. Sonra Abdülhamit istibdadına karşı olduğu için Fizan’a sürülüyor, Libya’ya sürülüyor. Sonra oradan kaçıyor, Paris’e gidiyor, Sorbon Üniversitesi’nde doktora yapıyor, oranın öğretim üyesi kadrosuna giriyor, daha sonra da Atatürk’le tanışıyor. Atatürk, Falih Rıfkı Bey’in Çankaya isimli eserinde 565. sayfada söylediğine göre, “Yusuf Akçura Bey’le karşılaştığımda imtihan heyecanı duyuyorum” diyor.  Ondan sonra hiç ayrılmıyorlar, beraberler. Türk Tarih Kurumu’nu bu zata kurduruyor Atatürk. Ölünceye kadar da bu zatı Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’nda bulunduruyor. Yani Türk Derneği’ni kuran bu zat daha sonra Türk Ocakları’nı kuranlardan birisidir.”

“Türk Ocakları’nı kuranlardan bir diğeri Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı arkadaşlarındandı. Milli Kurtuluş Savaşı döneminde Milli Eğitim Bakanı olan zat ki, bu zatın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında İstiklal Marşı kabul edilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde İstiklal Marşı’nı kürsüden bu zat okumuştur. Atatürk’ün çok yakın arkadaşıdır. Daha sonra 1924’te Ankara’da İngilizler Birinci Cihan Savaşı’nın sonunda İstanbul’u işgal ettikleri zaman Türk Ocakları’nı kapatıyorlar. Onu istemiyorlar. Çünkü Türk Ocakları Türk Milliyetçiliği’ni ifade ediyor. Onu kendi menfaatlerine uygun bulmuyorlar. Fakat daha sonra 1924’te Atatürk’ün emriyle Ankara’da kuruyorlar Türk Ocakları’nı.”

“Türk Ocakları’nın kurucularından bir diğeri Milli Şair Mehmet Emin Yurdakul Bey’dir ki bu zat da Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere İnebolu’ya geldiği zaman Atatürk’ün kendisine çektiği telgraf var. “Sizi milli şairimiz olarak Türk Milleti’nin mübarek babası olarak selamlıyorum” diyor telgrafta. Türk Ocağı’nın kurucuları bunlardır.”

“Savcı bunları bizim 9 Işıkçı görüşün, milliyetçi görüşün tarihinde yer almış Teşekküller olarak takdim ediyor, doğrudur. Elbette onların icraatından, eyleminden, fikirlerinden yararlandık. Bütün Türk Milliyetçiliği yararlandı.”

“Türk Ocakları’nı kuranlardan bir diğer zat, Ziya Gökalp Bey’dir. Ziya Gökalp Bey büyük bir düşünürdür. Türk Milliyetçiliğinin ilmin yapmıştır, sosyologdur. İngilizler kendisini tutuklamıştır, Malta’ya sürmüşlerdir. 1921 yılında Malta’dan dönmüş, Diyarbakır’a gelmiştir ve orada yine savcının iddianameye alıp suçladığı Küçük Mecmua’yı çıkarmıştır. Ziya Gökalp Bey’in çıkardığı mecmuadır Küçük Mecmua. Faşist Mecmua değildir. Ziya Gökalp Bey de faşist değildir.  Atatürk Ziya Gökalp Bey’i çok sever, takdir ederdi. Diyarbakır’dan O’nu Ankara’ya getirmiştir.  Ankara’da kurduğu Tercüme ve Telif ve Kültür Kurumu’nda görevlendirmiştir. Daha sonra 1923 yılındaki seçimlerde Diyarbakır’dan milletvekili seçtirmiştir. Meclis’e getirmiştir Ziya Gökalp’ı.”

“Şimdi Atatürk’ün Türk Ocağı delegelerine hitabını okuyorum:”

“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyla meşbu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyet de kuvvetli olur. Türk Ocakları, teessüsleri tarihinden itibaren çok yüksek hizmetler ifa etmişlerdir. Bu mesaide devam ediniz ve avdetinizde benim tarafımdan arkadaşlarınıza selamlarımı söyleyiniz.”

İşte Atatürk, işte Türkeş, işte “Milliyetçi Paylaşımlar”, işte Türk Milliyetçiliği. Bir devlet milliyetçilik temelleri üzerine oturmuyorsa iflah olmaz. Milliyetçilik temelleri üzerine oturtulan bir devletin ilkeleri bozuluyorsa bozanlar, bozmaya çalışanlar bunun vebalini ödeyemezler. Milliyetçilik duygularından yoksun olan bir millet vatanını savunamadığı gibi gelecek nesillere iyi bir miras bırakamaz.

Yazımızın başında, Türk Milliyetçilerinin Osmanlı döneminde de dışlandıklarından söz etmiştim. Bunun için, 1900’lü yılların başlarında Ahmet Hikmet Müftüoğlu tarafından kaleme alınan ve Kara Memişoğlu Turhan’ın başına gelenlerin anlatıldığı “Turhan Nasıl Çıldırdı” isimli hikâyesinden söz edecektim ama “Uzun yazma, uzun yazılar okunmuyor” diyorsunuz. O halde bilenler bilmeyenlere anlatsın ve lütfen Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar isimli kitabını alarak ya da internet sayfalarından bularak o hikayenin okunmasını ve okutulmasını sağlayın.

İşin özeti: Milliyetçilik suç değil onurdur, şereftir. Milliyetçi paylaşımlarda bulunmak suç değildir. Lütfen herkes dikkatli olsun ve Turhanlar çıldırmasın, çıldırtılmasın.