Son yıllarda ve özellikle son aylarda çokça kullanılan klasik bir cümle haline geldi ama kullanmak zorundayım. Yaşı yetmişler civarında olan bizler ve bize göre daha genç olan yeni nesiller “Gıda bakımından dünyanın kendi kendine yeten yedi ülkesinden biriyiz” diyerek büyütüldük. Bizlere öyle öğretilmiş, biz de öyle öğretmiştik. Çünkü kuru fasulyenin, mercimeğin, cevizin, etin, peynirin ithal edildiğini ne duymuş ne de görmüştük. İlkokullarda, eski havası olmasa da kutlanıyor gibi yapılan Yerli Malı Haftalarında “Kendi kendine yeten” ifadesi hala kullanılıyor mu bilmiyorum doğrusu.
Ancak ne var ki son yıllarda yaşadığımız ve son bir yıl içerisinde kendini göstermeye başlamışken Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile tavan yapan yokluk, pahalılık ve oluşan kuyruklar gösterdi ki artık Türkiye kendi kendine yeten bir ülke değil!
Hele de “Tahıl Ambarı” sandığımız ülkemizin, tüketilen buğdayla Ayçiçek yağının önemli bir bölümünü Rusya ile Ukrayna’dan alıyor olduğunun anlaşılması hepimizin moralini bozdu. Doğrusu bizler sanıyorduk ki öyle değişik markalar altında aldığımız yağlar Trakya başta olmak üzere yurdumuzun değişik yerlerinde yetiştirilip hasat edilen Ayçiçeklerinden üretiliyor! Öyle olmadığını acı bir tecrübe ile öğrenmiş olduk. Yine, savaş halindeki o iki ülkeden milyonlarca ton da buğday ithal ediyormuşuz. Gel de yanma, gel de ağlama! Zaten, milli gelirimizin önemli bir bölümünü karşılayan turizm gelirleri de yine o iki ülkeden gelen turistlerden karşılanıyor. Yani hem gıdada, hem turizmde Rusya ile Ukrayna’ya bağlanmışız ki ne bağlanma; çöz çözebilirsen!
Peki, niye böyle oldu? Neden bu hale geldik? Ne oldu bize? Rusya ile Ukrayna birbirlerini yakıyorlar da arada koskoca bir Karadeniz olmasına rağmen alevleri niye bizi de yakıyor?
Üretmediğimiz, üretemediğimiz, ülkemizde tarım ve hayvancılığa büyük darbe vurduğumuzdan olabilir mi? Başka ne olsun değil mi? Bir zamanlar ülke nüfusumuzun yüzde altmışları, yetmişleri köylerde yaşayıp tarım ve hayvancılıkla uğraşırken gelip geçen hükümetlerin yanlış politikaları yüzünden şimdilerde köyde yaşayanların oranının yüzde sekizlere kadar düştüğü söyleniyor. Köyler doğrudan şehirlere bağlanıp “Mahalle” yapıldı, şehirlerin çevresinde bulunan ovalarla ekilip dikilebilen tarlalar imara açılıp betona boğuldu, köylerde tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar yeterince desteklenmediği gibi işin kolayına kaçılıp üretim yerine ithalat yolu seçildi. 1970’li, seksenli yıllarda tıpkı buğday üretiminde olduğu gibi mercimekte de üretim fazlamız vardı ama şimdi ihtiyacımızı giderebilmek için yurdumuzdan binlerce kilometre uzaktaki Meksika’dan mercimek ithal ediyoruz. Üstüne üstlük, Meksika denen devlet seksenli yıllarda mercimek tohumunu da bizden götürmüş; iyi mi? Tabir yerinde ise elin iş bilenleri “Tereciye tere satar” misali mercimekçiye mercimek, buğdaycıya buğday satıyorlar! Oysa “Dökme su ile değirmen dönmez” diye bir atasözümüz bile vardı değil mi? Üretmezsek, elimizdeki ürünleri başkalarına kaptırırsak yarın dökme suyu bile bulamaz hale gelebiliriz.
Yazımın başlığı herhalde merak edilmiştir: “Devletimizi Yönetenler Cengiz Dağcı’yı Okusalardı Buğday ve Yağ Krizi Olmazdı!” diye attığım bu başlığın sebebi var.
Cengiz Dağcı malum, bir zamanlar Türk Yurdu olan ve hala “Vatan Kırım” olarak adlandırdığımız Kırım’da doğup büyüyen, sonra da Rusların askere alıp İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı savaşa sürdüğü bir aydın kişi, önemli bir yazar. Esir düşüyor, Polonya’da evleniyor ve İngiltere’ye yerleşiyor ama vatan hasretiyle yanıp tutuşuyor. Ölümünden sonra cenazesi devletimizin gayretleri ile yıllarca hasretini çektiği memleketine getirilip defnedildi.
Cengiz Dağcı, öncesi ve sonrası ile Rus sistemini çok iyi bilen, vatanından ayrı düşmüş olsa da bütün gelişmeleri yakından takip eden biri idi. Kasım 1985 tarihinde yazdığı bir yazıda ifade ettikleri oldukça enteresan ve bizde olup bitenlerle karşılaştırmaya değer:
“Devrimci Marksizm savaşçı gücünü işçi sınıfında aradı her zaman. Varlığı işçi sınıfına yaslandı; köyü ve köylüyü ise işçi sınıfını yedirip besleyici bir sağmal sığır olarak kullandı. Şaşılacak bir şey varsa, Komünist Partisi’nin, eski “Mirasçılık” sitemini ortadan kaldırmaya çalışırken, bilerek veya bilmeyerek, mirasçılıktan çok daha kötü olan bir çeşit NEPOTİZM sistemini yaratmış olması. Zamanımızda tüm Marksist rejimlerin ekonomik sorunları çözümleyemeyişlerinin, nüfuslarının karşılaştıkları maddi sıkıntıları gideremeyişlerinin başlıca sebebini köy insanının tabii ve yaratıcı gücünü kısıtlamalarında aramak gerekir. Köy ve köylü meselesi olumlu bir şekilde çözümlenmedikçe, halkın karnını doyurabilmesi için bu rejimler, buğdayı kapitalist dünyadan ithal etmelerini daha uzun yıllar sürdüreceklerdir.” (Cengiz Dağcı, Yansılar, syf. 61, 62. Ötüken Yayınevi, 1988)
Demek ki o yıllarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği yani bugünkü Rusya ve Ukrayna Batılı ülkelerden ve bizden de buğday ithal ediyormuş. Nereden nereye geldiğimizin farkında mısınız?
Özellikle son on – on beş yılda bizde de köy ve köylü politikasında telafisi güç yanlışlıklar yapılmadı mı? “Köy insanının tabii ve yaratıcı gücü” bizde de kısıtlanmadı mı? Cengiz Dağcı, “Köy ve köylü meselesi olumlu bir şekilde çözümlenmedikçe, halkın karnını doyurabilmesi için bu rejimler, buğdayı kapitalist dünyadan ithal etmelerini daha uzun yıllar sürdüreceklerdir” diyor.
Onlar bu işi çözümlemişler ki önceden buğday ithal ederken şimdi satacak yer arıyorlar. Biz ise tam tersine önceden ihraç ederken şimdi ithal etmeye mecbur bırakıldık. Tarlamız yok mu? Var! Havamız yok mu? Var! Suyumuz yok mu? Var! İnsan gücümüz yok mu? Var! O halde niye bu haldeyiz erenler, etkili ve yetkililer?
Dikkat edilirse Cengiz Dağcı bir konuya daha dikkat çekiyor: Nepotizm!
Nepotizm yani kayırmacılık, yani eşe dosta, akrabaya ve yandaşa kıyak çekmeler bizde de var mı? Hem de nasıl, değil mi?
Hani bazı uygulamalara bakarak, “Son komünist ülke Türkiye” diyenlere şahit olmuşsunuzdur. Cengiz Dağcı’nın örneklediği Sovyetler dönemi ile günümüz Türkiyesi’ndeki bazı uygulamaları görünce doğrusu, “Hakikaten de öyle” diyesi geliyor insanın!
Kısacası, devletimizi yönetenler Cengiz Dağcı’yı okumuş olsalardı, yalnızca Dağcı’yı değil tabii, dünyayı tanıyıp, başka yazarları da okusalardı; üretim, gelişim, uygulama konusunda liyakat sahibi kişilerle çalışıp “İnadım inattır, her şeyi ben bilir, ben yaparım” anlayışından uzak dursalardı bu hallere düşmezdik.
Çünkü meşhur meselde çok güzel ifade edilmiştir ve “Evdeki hesap çarşıya uymaz!” Tıpkı masa başında alınan kararların da dünya gidişatına uymadığı, uymayacağı gibi… Onun için önce kendi yağımızla kavrulmasını bilecek ve öğrenecek, dünyayı da doğru okuyup üretecek, üretecek, üreteceğiz. Başka yolu yok.