Albert Camus; "din haline gelen siyasetin engizisyona döneceğini" söyler. Batı tecrübesi, din-siyaset ilişkilerinden bu sonucu çıkarmış, siyaseti dini alanın dışında dünyevi bir alan olarak kodlamıştır. Gerçekten de kendini dinle özdeşleştiren siyaset biçimlerinin neredeyse tamamı totalitarizme kaymakta, bir süre sonra sosyal barışı yıkan, toplumu din temelli kamplara bölen bir hüviyete bürünmektedir.
Bir siyaset, parti veya iktidar, kendini dinle tanımladığında sadece kendisini tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda rakiplerini de tanımlamış oluyor.Zira kendisi dini siyasetin temsilcisi olunca, ötekiler de din karşıtları, dolayısıyla küfür çerçevesi içinde olanlar olmaktadır. Böyle bir siyaset biçiminin sonu, muhalefette iken kamplaştırma, iktidarda iken Camus'un ifadesiyle -farklı düşünenler için bir- engizisyondur. Çünkü, rakipler din karşıtı olarak tanımlandıktan sonra her türlü muamele meşru hale gelmektedir.
Dinin topluma, siyasete mesajlarının olması ayrıdır, bir siyasi hüviyete bürünerek iktidar aracı haline getirilmesi ayrıdır. Siyaset her açıdan esnek, değişken, çıkarların ilkelerin önüne geçtiği bir alandır. Din bu alana girdiği anda belirleyen olma hüviyetini kaybederek siyasetin öncelikleri tarafından belirlenen olmakta bu da dini din olmaktan çıkararak ölçüleri belirsiz, siyasetin her çarpıklığını meşrulaştıran bir referans alanı ve toplumu aldatmada kullanılan etkili bir araç haline getirmektedir. Dinin yasakladığı yine mesela din kullanılarak meşrulaştırılmakta, din siyasete payanda olurken kendi kendini tahrip etmektedir.
Din-Siyaset ilişkilerindeki bu yıkıcı tutum biraz da Müslüman toplumların yaşadıkları tarihi tecrübe ile ilişkilidir. Peygamber efendimizin hem peygamber, hem Medine devletinin başkanı olması, sonrakiler tarafından din-siyaset ilişkilerinin hep bu bağlamda yürütüleceğine dair bir yanılgıya neden olmuş, netice itibarı ile din ve devlet iç içe geçmiş, birbirinden bağımsız alanlar haline gelememiştir. Devlet ve siyaset dinle özdeşleştirilince de sorgulanamaz hale gelmiştir. Nitekim din-devlet- siyaset ilişkilerini ele alan eserlerin çoğunda, tebaya iktidarın biçimi nasıl olursa olsun -itaat- telkin edilmekte, inananlara itaatten başka yol bırakılmamaktadır.
Oysa peygamberin yaşadığı bir toplumda başka birini onun üzerine başkan yapmak hem ahlaken hem de dinen kabul edilebilir bir durum değildir. Peygambere mahsus olması ve onunla birlikte bitmesi gereken bu durum sonraları da devam ettirilmiş, dolayısıyla ortaya bir siyaset kuramı çıkarılamamıştır. Peygamberin dini tasarrufları ile siyasi tasarrufları bağlayıcılıkları bağlamında irdelenmiş, ancak din-siyaset ilişkisi sağlam, sınırları belli bir zemine oturtulamamıştır. Hilafetin bir hükümet şekli iken zamanla kutsallaştırılması da din devlet ilişkilerinin içiçeliği ile ilgilidir.
Din haline getirilen bir siyaset birçok mahsuru da beraberinde getirmektedir: bir defa aynı dine mensup ama farklı siyasi görüşlere sahip olanları din temelinde bölerek karşı karşıya getirmekte, iman/küfür ayrımını inanç eksenli bir tasnif olmaktan çıkarıp siyasi eksenli bir tasnif haline getirmektedir. Bu durumun tabii sonucu, dinin kafirlerinin yerini siyasetin kafirlerinin almasıdır. Bir başka ifadeyle, artık kafir; bir dini inkar eden, ona iman etmeyenler değil, kendini dinle özdeşleştiren o siyasetin karşısında duranlardır.Tarihte dinin, uygulama biçimine bağlı olarak hem devlet kuran, hem de devlet yıkan işlevleri olmuştur. Ayrıştırma aracı olarak kullanıldığında yıkıcı, toplumu birleştiren herkese şamil manevi bir bağ ve hayat nizamı olarak kullanıldığında devlet ve toplumun inşacısıdır.
İkincisi, dini siyasetin emrine sokması, siyasetin dini belirlemesidir.Bu siyaset tarzında dini hükümlerin siyaseti taraması, onu denetlemesi söz konusu değildir.Tam tersine dine zıt olan bir çok tutum ve davranış din ambalajı altında topluma servis edilir. Söz gelimi, din merhamet etmeyene merhamet edilmez derken, din kisvesi giydirilmiş siyaset, acıyan acınacak duruma düşer der.Biri acımayı, öteki acımamayı telkin eder.Din siyasetin öncelik ve ihtiyaçlarına göre yorumlanır, gerekirse çarpıtılır.
Üçüncüsü,dinin kaynağı Allah'tır ve Allah mutlak doğruları vaz ettiği için de ona muhalefet edilemez. Din bir şüphe alanı değil, bir iman alanıdır. Siyaset din kisvesi giyince beşeri olmaktan çıktığı için her türlü muhalefet gayri meşru hale gelir. Bu da muhalefetin yok edilmesini, şu veya bu şekilde susturulmasını siyaset dininin rüknü haline getirir. Onun için İslam toplumlarında her türlü muhalefet, ve eleştiri şiddetle bastırılmış, bir muhalefet geleneği oluşmamıştır. İslam toplumlarında demokratik düzenlerin kurulmasında yaşanan zorluklardan biri de budur. Bir muhalefet geleneğinin olmaması demokrasinin temelini oluşturan çoğulcu topluma geçişi zorlaştırmaktadır.
Dördüncüsü, siyasi başarısızlıkların, yönetimden kaynaklanan yanlışların doğrudan doğruya dine mal edilmesi, dindarlığın giderek itibarsızlaşması, dini bağların zayıflaması ve dine karşı şüphelerin doğmasıdır. Siyaset din kisvesi giydiği an ilkin dini tahrip etmeye başlar.
Beşincisi, din kisvesi her türlü politikaya dokunulmazlık kazandırdığından siyasetin yanlışlarını, isabetsiz politikalarını düzeltmek imkansız hale gelir. Dine karşı gelme korkusu yanlışları söylemeye, eleştiri yapmaya, karşı çıkmaya mani olur.Vatandaşa düşen sadece itaat etmek ve alkışlamaktır.Böyle bir politikanın kaçınılmaz sonucu totalitarizmdir. Din susturucu olarak kullanılır, iktidarı kaybetmek dinin kaybetmesi olarak sunulur, önce iktidara gelmenin aracı olarak kullanılan din, bu defa gitmemenin aracı olarak kullanılır. Böylece din bir hayat nizamı olmaktan çıkarak, muhteris bir grubun siyasi emellerine hizmet eden bir araca indirgenir.Bu tip yönetimleri Arnolt Hottinger, -kale rejimi- olarak niteler, iktidarı ele geçiren grup, birey veya partilerin, muhaliflerine periyodik saldırı ve tehditlerde bulunduğunu söyler. Vatikiotis ise, niyetleri ne kadar yüce olursa olsun bu tip yönetimlerin mutlak hakikati ve adaleti temsil ettiklerine inandıklarından yahut en azından iktidarlarını bu algı üzerinden sürdürdüklerinden acımasız bir baskı yönetimine dönüşebileceklerini ve rakiplerini şeytanlaştırarak her türlü insan hakkını gözardı edebileceklerini belirtir. Dinle özdeşleşen siyasetin totalitarizme kayma sebeplerinden biri de, hitap ettikleri toplumu yeknesak/tek renkli olarak görmeleri bu kabulün sonucu olarak da her türlü dayatmayı meşru kabul etmeleridir.Mantık; Müslümanlar hakimdir, Müslüman olmayanlar da uymak zorundadır şeklinde işler.
Siyasette doğru olan dini temsil değil, toplumu temsildir.Siyaset bu zeminde yapıldığında siyaset hem din karşıtlığı üretemeyecek, hem de din, toplumun her kesimine daha rahat nüfuz ederek prensiplerini daha geniş kitlelere yansıtabilecektir..Din, siyasete yansıtıldığı ölçüde değil, topluma yansıtıldığı oranda yaygınlık ve etkinlik kazanır. Bu yatay yayılım, demokratik usulleri gerektirdiğinden, siyaset yoluyla yukarıdan aşağı yapılan totaliter, buyurgan ve dışlayıcı dilin mahsurlarını da ortadan kaldırarak onu mesajına uygun olarak müjdeleyici bir görüntüye büründürür.