İnsanlık, varoluşundan bu yana, bilmese de, emin olmasa da, hep bir gücün varlığına inandı ve o güce iman etti. Bu gücü bir kısım insan, hayalleriyle birleştirip bir put olarak imal etti, bir diğer grup bu gücün güneş olduğuna inandı, bir diğeri ateş olduğuna inandı, bir başka kesim hayvanlara taptı, fani insanların tanrı olduğuna inanan insanlar olduğu gibi, elçiler sayesinde o güce ulaşacağını düşünen insanlar oldu. Bir grup ise; bu güce ulaşmak için arada kimsenin olmasına ihtiyaç olmadığını düşünerek, o gücü isimlendirdi ve bir takım ayinlerle O’na ulaşmanın yollarını aradı. Tüm bu insanların ortak bir yönü vardı; bir sonraki yaşama inanıyorlardı. Bir kısmı tekrar bu dünyaya döneceklerini düşünürken diğerleri, adına cennet veya bir başka isimle inandıkları o manevi yere gideceklerini düşündüler.

İnsanlar, doğar, yaşar ve ölür. Ölümsüzlük yoktur. Herkes, bir gün öleceğini bilerek yaşar. Daha doğrusu, o şekilde yaşamalı ve yaşamını şekillendirecek tercihlerini, ona göre yapmalıdır. Yazımın ilk paragrafında bahsettiğim gruplar içinde bizler, bir elçi ile Allah’ı öğrenen gruba giriyoruz. O’nun bizler için gönderdiği kitaba göre hayatımızı şekillendirmeye gayret ediyor ve hayatımızın sonundaki büyük hediye olan cennete ulaşabilmek istiyoruz. Yani; yaşam aslında bir amaç üzerine kurgulanmış olarak görünmektedir. Bir amaç var ve bu amaca ulaşabilmek için kullanılan araçlar.

Bildiğimiz gibi; doğumumuzda, ölümümüze kadar geçen süre içerisinde geçirdiğimiz süreye yaşam diyoruz. Bu sürede; eğitim alıyor ve aldığımız kararlar neticesinde bir meslek sahibi oluyoruz. Seviyor, seviliyoruz, evleniyoruz ve çocuk sahibi oluyoruz. Onları büyütüyoruz, evlendiriyoruz ve torunlarımızı görüyoruz. Çok şanslı olan insanlar, bu yazdıklarımı tümüyle yaşayabiliyorlar. Bazı insanların da, hepsini yaşama şansı olmuyor ama en önemli fark bu değil. Bir bölüm insan, bu yazdıklarımı çok iyi bir ekonomik duruma sahip olarak yaşarken, bir bölüm insan ise, bunları yaşamayı düşünmekten ziyade süreklilik içinde devam eden bir hayat mücadelesi içine giriyor. Yani; hepimiz bir amaç uğruna yaşıyoruz ama yaşamımızı şekillendiren bazı araçlar eşliğinde.

Nedir bu araçlar?

İnsanlar istediklerine ulaşabilmek için pek çok araç kullanırlar ama bunlardan ikisi çok önemlidir; din ve para! Toplumdaki yerimizi belirlerler ve her ne kadar kabullenmek istemesek de, yaşamımıza şekil verirler. “Bu iki zıt şeyi nasıl bir arada gösterebilirsin?” diye serzenişte bulunduğunuzu duyar gibiyim. Şöyle anlatmaya çalışayım; ne dedik? İnsanlar, doğar, yaşar ve ölür. Ölümün sonunda da, yaşarken yaptıklarımızın sonucuyla karşılaşacağımıza inanırız. O halde; arzu ettiğimiz ödülü almak için, dini inancımızla paralel bir yaşam sürmemiz gerekiyor. Doğru insan olmalı, dini vecibelerimizi yerine getirmeli ve kul hakkı almamalıyız! Diğer bir açıdan bakarsak; yaşarken bizi hoş tutacak şeylere sahip olmak ve kaliteli yaşayabilmek için veya en asgaride doyabilmek için bile elimizin maddi anlamda kuvvetli olması gerekiyor. İyi bir gelire sahip olmalı ve gelecekle ilgili maddi kaygı taşımamalıyız. Özetlersek; yaşarken, arzuladığımız güzel ve kaliteli yaşam için para araçken, yaşam bittikten sonra arzu ettiğimiz amaca ulaşabilmek için, yine yaşarken dinin araç olduğunu görmekteyiz. Bu araçlar; her ne kadar birbirlerinden uzak anlamlar taşıyan kelimeler olsalar da, insanın amaçlarına ulaşmada ortak hareket etmektedirler. Ancak; ahlak çatısı altında olmadıklarında, çok tehlikeli birer silah halini alırlar.

Nedir Ahlak?

Bir insanın, bir toplumda uyması beklenilen kurallar ve yapması gereken görevlerin tümüdür. Bir başka açıdan bakarsak; iyi ya da kötü sayılan davranışlar topluluğudur. İnsanın, diğer insanlarla olan ilişkilerini düzenler. Şöyle ki; insanın, diğer insanlara nasıl davranması gerektiğini veya davranmaması gerektiğini gösteren değer yargıları bütünüdür. Ahlakın olmadığı hiçbir yargının veya davranışın, doğru hedefe varması mümkün değildir. Ahlak aslında, aldığımız bir elektronik eşyanın kullanım kılavuzu gibidir. O cihazı en iyi şekilde kullanabilmek için, o kılavuzda yazanlara harfiyen uymamız gerekmektedir. Ahlakı düzgün insan, ne dini, ne de parayı, kötü bir emel için kullanmaz. Örneğin; düzgün ahlaklı ve çok parası olan bir insan, nereye yardım edebilirim diye araştırırken, kötü ahlak sahibi bir insan, kendisinden yardım isteyen insana yok der ama parasını lüks içerisinde tüketir. Bir de tüm insanlığın gözüne sokar bu çirkin durumu! İyi ahlak sahibi bir kişinin, dini vecibelerini yerine getirirken kimsenin ruhu duymazken, kötü ahlak sahibi bir kimse namaz kılarken bile herkese gösterme ve duyurmanın telaşına düşer. Din ve Paranın kesiştiği bir nokta ve aynı zamanda İslam’ın şartlarından olan Zekat konusu da ahlaklı insan ile ahlak yoksunu insanın tespiti için çok güzel bir durumdur. Ahlak sahibi insan zekatını doğru hesaplar ve verir ama ahlaksız insan, o’nu dünyaya getiren ve sahip olduğu her şeyi veren Allah’ı bile kandırmaya gayret eder. Ahlak çatısı altında sahip olunan para ve yaşanan din, sizi mutluluğa taşır. Akşam yastığa başınızı rahat koyarsınız. Eğer ahlaktan uzaklaşırsanız; para da, din de uyuşturucu gibidir. Kendinizi hayal aleminde zannedersiniz. Daha çok kazanmak, daha çok harcamak istersiniz. Müsrif bir insan olursunuz. Gözünüz önündeki aç insanı görmezsiniz. İnancınızda değişmeler olur. Kendinizi yüce bir insan gibi görür ve kendinize göre, yeni bir inanış icat etmeye kalkarsınız. Dini her konuyu, kendinize göre yorumlarsınız. Şirket yönetiyorsanız şirketiniz, devlet yönetiyorsanız devletinizi, bir çıkmaz sokağa yöneltirsiniz.

Sonuç olarak; “para ile imanın kimde olduğu belli olmaz” derdi büyüklerimiz. Her ne kadar bu sözü farklı anlamlara çektiysek de, gerçek anlamıyla yaşayan nesiller yetiştirmemiz gerekmektedir. Kurtuluşumuzun ve neslimizin devamı; ahlak çatısı altında yaşayan insanların çoğalmasıyla olacaktır!