Hutbemizin konusu din görevlileri olarak kendimizi hesaba çekip özeleştiri yapmak üzerine olacak değerli Müslümanlar. Evet, bugün sizlere farklı ve alışık olmadığınız bir hutbe okuyacağım. Hep cemaatimize nasihat edip ders verecek değiliz ya, yılda bir kere de olsa kendimizi sorgulayıp sizlerden helallik dilemenin doğru olacağını düşündüm. Bundan yaklaşık bir yıl önce hazırladığımız hutbenin konusu Emanet, Ehliyet ve Liyakat üzerine idi. Bugün de, aslında bir kolaylık ve sevgi dini olan İslamiyet’in nasıl zorlaştırılıp sevimsizleştirilmeye çalışıldığını anlatmak istiyorum.
Cenab-ı Allah, Kamer Suresi’nin 17, 22, 32 ve 40. Ayetlerinde “Muhakkak ki Biz Kur’an’ı düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık” buyuruyor ve hemen arkasından soruyor: “Var mı düşünüp öğüt alan?” Ben de bu soruyu tekrar ediyorum: “Var mı düşünüp öğüt alan?”
Peygamber Efendimiz de yaygın olarak bilinen bir Hadis-i Şeriflerinde, “Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” buyuruyor. O halde bir düşünü bakalım bizler dinimizi kolaylaştırıyor muyuz yoksa zorlaştırıyor muyuz? İnsanları müjdeliyor muyuz yoksa korkutarak nefret mi ettiriyoruz?
Kısacası bizler uygulamada ne yapıyoruz? Bu gerçekler yani ayetlerle hadisler ayan beyan ortada dururken ve Kur’an-ı Kerim kendisini “Kitab-ı Mübin/Apaçık kitap” olarak tanımlarken bizler düşünüp öğüt alıyor muyuz? Keza, Cenab-ı Allah tarafından gönderilen bu “Apaçık kitap”ta defalarca “Aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Onların çoğu akıllarını kullanmazlar”, “Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız” diye sorulmasına ve “İşte Allah bilmeyen, bilmek istemeyen ve ilimden uzak olanların kalplerini mühürler” (Rum 59) buyurulmasına rağmen biz hocalar sizleri akıl ve bilim yolundan uzaklaştırmak için uğraşıp duruyoruz. “İyi ki çocuklarımı okula göndermemişim, siz de göndermeyin”, “Kız çocuklarınızı okutmayın” diyen sözde din hocaları, “Okuyanları gördükçe hafakanlar basıyor” diyen üniversite hocaları bile çıktı içimizden. Kur’an-ı Kerim’i hiç anlamadan bol bol yüzünden okuyup geçmeyi, sünnet olarak aktarılanları zaman ve zemini hiç dikkate almadan uygulamayı ilim sanarak anlattık da anlattık. Oysa bir de Fizik, Kimya, Matematik, Astronomi, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji gibi ilimlerle hayatın gerçekleri var. Camilerimizdeki kürsülerden yapılan vaazlarda, minberlerden okunan hutbelerde “Çocuklarınızı İmam Hatip Lisesine gönderin, kayıtlar başladı” diye duyurular yaptık ama “Mühendislik okusunlar, Sosyoloji okusunlar”, “Bilimde, teknolojide dünya ile yarışıp onları geçecek gençler yetiştirelim” demedik. Halkımız da, sizler de “Bu hep böyle olmamalı” diye itiraz etmediniz, bizler ne söylüyorsak kabul ettiniz ya da etmedinizse bile “Hocaya karşı gelirsek dinden çıkarız” diye mi düşündünüz bilmiyorum. Oysa Cenab-ı Allah Nahl Suresi 125. Ayette, “Rabbinin yoluna hikmetle, ilimle ve güzel öğütle çağır” diyor, biz bunu yapamadık. Yunus Suresi 100. Ayette, “Allah ricsi yani pisliği, cezayı, huzursuzluğu, azabı akıllarını kullanmayanların üzerine verir” buyuruyor, sizler de aklınızı kullanıp bizleri ikaz etmediniz.
Dünyada yaklaşık 50 Müslüman ülkede 1,5 milyardan fazla insan yaşıyor. Ancak ekonomisi sağlam, bilim ve teknolojide öne çıkıp insanlığa hizmet eden icatları olan, diplomaside sözü dinlenen bir İslam ülkesi var mı acaba? Bizler vaazlarımızda Kur’an-ı Kerim’de Yahudi ve Hristiyanların Müslümanlara olan kinlerinden söz eden ne kadar ayet varsa anlata anlata bitiremedik. Siyasilerimiz kendi beceriksizliklerini “Dış güçler, şer ittifakı, Siyonistler” ucuzluğuna bağlayıp işin içinden sıyrılıvermeyi marifet saydılar, bizler de öyle sandık. Oysa güçlü olsa idik, güçlü olmanın, ekonomide, bilim ve teknolojide öne çıkmanın yollarını arayıp bulsa idik onların kin ve nefretleri, bize karşı olan ittifakları ne işe yarardı? Onlar kendilerince görevlerini yapıyorlar, Cenab-ı Allah da bizleri uyarıp uyanık olmaya, tedbir almaya davet ediyor ama akletmiyor, düşünüp öğüt almıyor ve acizliğimizin suçunu başkalarına atıp dualar ediyor, lanetler okuyoruz. Mesele bu kadar basit olsa ve hiç gayret göstermeden dua ve lanetle çözümlenecek olsa idi dünyanın bir “İmtihan yeri” olmasına gerek kalmazdı ki; tembel tembel oturur, sıkışınca dua ederek yolumuzu açar, lanet okuyarak da işlerini bitiriverirdik!
İşte, yetmiş kusur yıldan beri gündemden hiç düşmeyen bir İsrail – Filistin meselesi var. İsrail denen ve İslam ülkeleri arasına sıkışıp kalan o bücür devlet tam 70 yıldan beri Filistinlilere zulmediyor, bizler de 70 yıldan beri onlara lanet okuyor, abluka altına aldıkları Mescid-i Aksamızı kurtarması için Allah’a dua edip yalvarıyoruz. 2021 yılı Ramazan ayına rastlayan günlerde, Bayram Namazı vaaz ve hutbelerinde ve sonrasında yine aynı şeyleri yaptık ama ne İsrail huyundan vaz geçiyor ne de Mescid-i Aksa kurtuluyor! Aksine durum daha da kötüye gidiyor, İsrail giderek gücünü arttırıyor, Filistinliler ise göz göre göre çaresizlik içinde kıvranmaya devam ediyorlar. Demek ki işi dış güçlere, şer ittifakına yüklemeden önce kendimize çeki düzen vererek samimi olmak zorundayız. Duaların kabul olma şartlarından biri samimiyet ve iyi niyet olmakla birlikte bunları destekleyen icraatlarda da bulunmak gerekir. İsrail’in sahip olduğu teknolojiye hiçbir İslam ülkesi sahip değil. İslam ülkeleri İsrail’e karşı her konuda birlik olmak yerine birbirleri ile uğraşıyor, üstüne bir de İsrail ile ikili ilişkiler kurarak gücüne güç katmasına destek veriyorlar. O zaman “Şer güçler İslam Dünyası’nın içinde mi yoksa dışında mı” diye sormak gerekiyor!
Bir de aynı durumda ve hatta daha ağır şartlarda Doğu Türkistan’da yaşayan soyu soyumuzdan, dili dilimizden, dini dinimizden milyonlarca kardeşimiz var. Çin, tam 70 küsur yıldan beri Doğu Türkistan’ı işgal altında tutuyor, onları akla gelen ve gelmeyen, bilinen ve bilinmeyen her türlü işkenceye, Müslüman olduğunu sanan bir insanın kabul etmeyeceği, edemeyeceği ahlâk dışı uygulamalara tabi tutuyor ama hiçbir İslam ülkesinden ses çıkmıyor. Hadi Filistin için adet yerini bulsun kabilinden dua ediyor, onlara zulmeden İsrail’e lanetler okuyoruz da peki Doğu Türkistan’da yaşayan ve nüfus olarak Filistin’de yaşayan Müslümanlardan kat be kat fazla olan kardeşlerimiz için ne yapıyoruz? Peygamber Efendimiz, “Müslüman‘ın derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyuruyor malum; peki Çin zulmü altında inim inim inleyen kardeşlerimizin dertleriyle niye ilgilenmiyoruz? Oradaki kardeşlerimizle bugün ilgilenmeyeceksek mahşerde nasıl hesap vereceğiz? Camilerimizde onlar için yardım toplandığına, kürsülerde vaaz, minberlerde hutbe konusu edilip Çin’in kınandığına şahit oldunuz mu? Din kardeşleri arasında ayırım yapmak Müslümanlara yakışmaz ama biz yapıyoruz. Demek ki bizde samimiyet yok ve demek ki ihlaslı Müslümanlar değiliz. Samimiyet, içtenlik ve ihlas olmayınca, dualarımızı destekleyen faaliyetlerde bulunmayınca Allah bize niye yardım etsin ki!
Madem özeleştiri yapıyoruz, dünyayı kasıp kavuran şu salgın karşısındaki tutumumuzu da gözden geçirmeliyiz. Hatırlarsanız biz yine en kolay yolu seçerek işi Allah’a havale edip camilerimizde dualar etmiş, minarelerdeki hoparlörlerden yayınlar yaparak salavatlar getirmiştik ama salgını önleyemedik. Çünkü dualarımızda yine samimi değildik. A’raf Suresi 55. Ayet’te, “Rabbinize alçakgönüllüce ve için için dua edin. Çünkü O haddi aşanları (bağırıp çağıranları) sevmez” buyuruluyor ama biz ne yaptık? Çoluk çocuk uyuyor, hastalar, cenazesi olanlar var diye düşünmeden cami hoparlörlerinin cızıltılar çıkaran anlaşılmaz sesleriyle Allah’a ulaşacağımızı sanarak boşa zaman harcadık. Dünyanın herhangi bir yerinde çıkan virüsün kolaylıkla her yere yayılıvereceğini düşünüp akletmeden Allah’a dua ederken bütün insanlığı kurtarmasını dilemek yerine yalnızca İslam beldelerini kurtarmasını istedik. Oysa insanlık kurtulmayınca İslam beldeleri kurtulmaz, tıpkı yaşayıp acı bir şekilde şahit olduğumuz gibi Çin’de de olsa Maçin’de de olsa çıkan bir virüs gelip bizi bulabiliyor. Kabul olmayacağı ayan beyan ortada olan dualara “Âmin” demek, milleti de buna inandırıp ümitlendirmek dinimize zarar veriyor. Bunca dua edilmesine rağmen ne Filistin meselesi çözüldü ne de virüs belası defedildi. Bunun insanların dini duygularında yaptığı tahrifatı düşünebiliyor muyuz? Çünkü bu iş yalnızca dua ile çözülecek bir mesele değildi; bilim, teknoloji, ekonomik güç ve diplomaside etkin olmayı da gerektiriyordu. Aşı ve ilaç bulmak, bu konuda dışa bağımlı olmadan, tabir yerinde ise dış güçlerin insafına kalmadan çözüm üretmemiz lazımdı. Geçen zaman içinde İnşaallah bunun farkına varmışızdır, o gayretler içine girer ve gayretlerimizi de dualarımızla destekleriz. Çünkü meşhur meseldir ki, “Emeksiz yemek olmaz!”
İşte manzarayı görüyorsunuz… Cuma ve Bayram Namazları dışında camilerimiz boş duruyor. Bizler camilerimizi dolduramadık ama minarelerimizin boyunu yarıştırmaktan, lüks, gösterişli ve şatafatlı camiler yapmaktan geri durmadık. “İsraf haram” diyoruz, “Bu konuda ayet var” diyoruz ama asıl israfı kendimiz yapıyoruz. Dini yönleri ile öne çıkan bizler bu konuda örnek olacak yerde kendi özel yaşantılarımızla da adeta israf bataklığına batmış, lüks ve şatafat denizine yelken açmış durumdayız. Ortada açık ve net ayetler, hadisler olmasına rağmen ibadetlerimizin uygulanışlarında bile toplum baskılarından, gelenekselleşen yanlış uygulamalardan sıyrılamıyor, kolaylıkları anlatamıyor, çocuklarımızı ve gençlerimizi kazanmak yerine onları itip dinden soğutuyoruz. Cuma namazlarının teferruata boğulup gelenekselleşen nafilelerine bile biz “Öyle değildir” diyememiştik ama bizim öğretemediğimizi o virüs illeti gelip bir güzel öğretti de şimdi “Son sünnet” olarak ifade ettiğimiz nafile namazı kılıp duamızı ederek çıkıyor, Cuma Suresi’nde buyurulduğu gibi “Allah’ın lütfundan nasibimizi almak üzere” dağılıp rızkımızın peşinde koşuyoruz.
Dert çok, bizde de lâf çok. Hutbenin faziletlisi kısa ve öz olanıdır ama mademki yılda bir defacık öz eleştiri yapıyoruz, şunu da söylemeden geçersem olmaz ve Allah indinde hesabını veremem değerli kardeşlerim…
Şu kürsülerden ve bu minberlerden hitap eden bazı Hoca Efendiler maksadını aşan hatta din dışı, İslamiyet’in özü ile kesinlikle bağdaşmayan sözler söyleyebiliyorlar. Selanik göçmenlerini, Bulgar göçmenlerini ya da başkalarını incitecek sözler söylemek, onların dini anlayışlarını sorgulamak kimsenin haddi değildir. Ecdadımız onlara “Evlad-ı Fatihan” diyerek büyük bir paye vermiştir ve bugün de Balkanlar’da, Batı Trakya’da camilerimiz varsa, ezan sesi yükseliyorsa onların sayesindedir. Osmanlı döneminde Şeyhülislam Yahya Efendi Şair Nefi’ye kızıp “kâfir” demişti demesine de şairden şu cevabı alıp susmuştu:
“Bize kâfir demiş Müfti Efendi, tutayım ben ona diyem Müselman/Vardıkda yarın Ruz-i Ceza’ya, ikimiz de çıkarız anda yalan!”
Dolayısıyla kimsenin elinde “Din ölçer/İman ölçer” diye bir alet yok. Herkes önce kendi imanını, kendi anlayış ve davranışlarını kontrol ederse topluma en büyük hizmeti yapmış olur.
Kitapta ve usulde yeri olmamasına rağmen malum olduğu üzere hutbelerimizin en can alıcı vazgeçilmezi de yardım toplama faslıdır. Öyle ki, “Vaazımızda, hutbemizde söylediklerimiz bir yana da, asıl önemli olan şu” kabilinden bu işi vaazlarda ezan okunup caminin tamamen dolduğu, hutbede de namaza geçmeden herkesin hazır olduğu zamanda yaparız ki hasılat okkalıca olsun!.. Durun, durun; ellerinizi ceplerinize atmayın! Mademki sizlere farklı ve alışık olmadığınız bir hutbe okuyacağımı vaat ettim; sözümde durarak yardım istemeyecek ve cami adabından söz edeceğim. Kürsüde ya da minberde olduğumuz için görüyor, şahit oluyorum. Vaaz ve hutbe sırasında hele de arka saflarda koyu sohbetler oluyor, telefon mesajları yazılıyor, selfi ya da özçekimler yapılıyor. Bunları yapmayalım aziz kardeşlerim. Sizler onu yapmayın, bizler de bir saatte anlatamadığımız vaaz konusunu ezan okunurken ve sonrasına sıkıştırıp vakitlerinizden çalmayalım, hutbelerimizi de gereksiz yere uzatıp amacından saptırmayalım. Velhasıl kolaylık ve sevgi dini diye övündüğümüz dinimizi zorlaştırıp insanları nefret ettirerek uzaklaştırmayalım.
Hutbemi Peygamber Efendimizin bir Hadis-i Şerifleri ile bitiriyorum: “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız!” Anlattıklarımızla dinlediklerimiz İnşallah kulaklarımıza küpe olur ve helal yaşantımızı haramla, kin ve nefretle kirletmeyiz.
Her ânınız Cuma gününün bereketi ile dolsun.