İktidarı ellerinde bulunduranlardan sıkça duyduğumuz bir söz vardır: “Almanya bizi kıskanıyor/İngiltere bizi kıskanıyor!” Kısacası, “Avrupa bizi kıskanıyor” demek olan bu söz kulağa nasıl da hoş geliyor değil mi? Keşke öyle olsaydı… Bunu kim istemez ki?

Ekonomide, sanayide, teknolojide, tarımda, sosyal hayatta, her alanda bir değerlendirme yapınca görüyoruz ki Avrupalı devletlerin ve o ülkelerde yaşayanların bizi kıskanacakları pek bir alan yok. Eskiden beri övüne geldiğimiz aile yapımız bile artık kıskanılır olmaktan çıktı, çıkıyor. İlkokul sıralarında öğretilen “Gıda ürünlerinde dünyanın kendi kendine yeten yedi ülkesinden biriyiz” gerçeğinin yerini koskoca bir hüsran alalı yıllar oldu. İthalatımızın sürekli olarak ihracatımızdan fazla olması bir yana, eşitleyemedik bile. Kişi başına düşen milli gelir bir türlü 10 bin doları geçemedi. Geçenler elbette var ama tabir yerinde ise onlar, “Bir avuç azınlık” ya da halk tabiri ile “İşin kaymağını yiyenler!..”

Milletimizin çoğunluğunu oluşturan orta sınıf yok olmuş/yok edilmiş durumda. Çünkü, yoksulluk sınırı 60 bin Türk Lirasını çoktan geçti. Aylık geliri 60 bin lirayı bulmayan milyonlarca aile var.

Bu kaçınılmaz, üstü örtülemez gerçekler ortada iken pahalılık almış başını gidiyor, hemen her ürüne, her hizmete zam üstüne zam geliyor. Ülkemizi yönetenler yıllardan beri “En kötü günler geride kaldı”, “Nisan ayı Mart’tan, Mayıs ayı Nisan’dan, Ağustos ayı Temmuz’dan iyi gelecek” diye diye milleti oyaladılar da oyaladılar. Bir zaman da “Güzel günler gelecek” demişlerdi de o “Güzel günler” bir türlü gelmeyince kamyon arkası yazılarının birinde şu dokundurmayı okumuştuk:

“Güzel günler gelecek demiştiniz; daha ne kadar gideceğiz?”

Yetkililer alınsalar da sosyal medya esprilerine kızsalar da hatta ikide bir Diyanet’e vaaz ve hutbe konusu yaptırıp dini sakıncalarını anlattırmaya çalışsalar da halk irfanı derdini dışa vurmanın, ironi yapmanın, şaka ile karışık diyeceği her ne varsa söylemenin bir yolunu bulacaktır. Haberlere yayın yasağı getirmek, her ağzını açana, her espri yapana, her gerçeği haykırana soruşturma açmak çözüm değildir. Bugüne kadar olmamıştır ve yine olmayacaktır. İşte, aldım telefonu elime, açıyorum sosyal medyayı, bakalım karşıma ne çıkacak?

“Meclis’te 600 vekil, 5000 çalışan var. Her vekile 8.33 kişi düşüyor. Ne iş yapar bu kadar kişi? Dünyada böyle bir uygulama yok!”

Sahi, var mı peki? 600 Milletvekiline ihtiyaç var mı? Yok! Onlara verilen sosyal haklar, geçiş üstünlükleri, başka ülkelerde pek görülmeyen Kıyak Emeklilik hakkı, kızını, oğlunu, yakınlarını kolayca işe yerleştirme ayrıcalığı gibi Avrupa’yı “kıskandıracak” ne varsa bizde mevcut! Keşke olumlu yönlerimizle, üretimle, marka değerlerimizle kıskandırabilseydik.

İşte sosyal medyadan bir dokundurma daha:

“Başkanlık sistemine geçersek ülke uçacak dediler, aynen öyle oldu! Fiyatlar, faturalar, işsizlik, enflasyon, fakirlik, vergiler, dolar ve altın uçtu da bir tek biz uçamadık!..”

Daha neler var neler de onları geçip bu sözleri söyleten, yazdırtan gerçeklere dönelim.

Avrupa’da emekli maaşı ortalama 1500 Euro, bizim paramızla 52 – 53 bin TL. Oralarda etin kilosu 7,5 Euro, bizim paramızla 265 TL civarında.  Artık 3 – 5 yaşındaki çocuklar bile ellerindeki, tabletlerle her an dünyadan haberdar olabildikleri için saklamaya çalışanlar gülünç duruma düşüyorlar. Zaten herkesin yurt dışında ya arkadaşı ya akrabası ya komşusu var, devamlı haberleşebiliyorlar. Milletvekili Turhan Çömez 19 Temmuz günü İngiltere’ye gitmiş. Akşam, TV kanallarının birinde, sıcağı sıcağına oradaki evi ya da işyeri için yaptığı alışverişleri, fiyat ve fatura bilgilerini de vererek gösterdi. “Dünyanın en pahalı başkentlerinden biri” olarak adı çıkan Londra’daki fiyatlara bakar mısınız?

Londra’da kıymanın kilosu, TL karşılığı olarak yalnızca 204 TL. Bu durumda İngiltere’de asgari ücretle çalışanlar bir aylık maaşları ile 250 kilodan fazla kıyma satın alabilirken Türkiye’deki asgari ücretli yalnızca 40 kg alabiliyor, iyi mi?

Londra’da ithal muzun kilosu 37 TL, bizde 90 – 100 TL, limonun kilosu orada 65 TL, bizde 100 TL, hakiki zeytinyağının kilosu orada 340 TL, bizde 600 TL

Bu rakamlar afaki, hayali değil; hepsi belgeli. Türkiye zeytin ve limon memleketi. Türkiye’de muz da yetişiyor. Türkiye sözde bir Tarım ve Hayvancılık memleketi. İngiltere’de zeytin de limon da yetişmiyor. İyi de neden böyle oluyor? Bu işte ülkeyi yönetenlerin, Tarım, hayvancılık ve üretilenlerin organizasyonunda, pazarlama yollarının açılamamasında kusurları yok mu?

Türkiye’de, TÜİK diye bir kuruluş var. Türkiye İstatistik Kurumu. Adı üstünde; üretilen, alınan, satılan, doğan, ölen her ne varsa araştırıp, istatistikler tutmakla görevli bir devlet kurumu. TÜİK’e göre zeytinin kilosu 134, zeytinyağının kilosu 114 TL imiş! Yaklaşık 5 kg zeytinden yalnızca bir kg zeytinyağı çıktığını bilenler bu rakamlar karşısında afallamış durumda. Sosyal medya kullanıcıları da haklı olarak soruyorlar:

“TÜİK markette fiyatlar çok ucuzmuş, yerini bilen varsa söylesin de oradan alışveriş yapalım!”

Bir türlü anlaşılamayan bir durum daha var. Mesela Hollanda’dan bilgi veren bir arkadaş: “Paşabahçe’nin 6’lı çay bardağı seti Hollanda’da 2.80 Euro (98 TL), Türkiye’de 200 TL. Bu ne iştir” diye soruyor. Sahi bu ne iştir? Ürettiğimizi biz niye daha pahalıya alıyoruz?

Hele bir de şu “kök maaş – dal maaş” meselesi var ya… Onun için ne espriler ne geyikler yapılmıştı. Demişlerdi ki mesela:

“Reis bir zam yaptı maaşım oldu on bin lira. Bir daha yaptı yine on bin lira. Üçüncü zamda yine on bin lira… Ne sihirdir ne keramet anlayamadım gitti!..”

Kimse anlayamadı da feryat figan ayyuka çıkınca on bin liralar on iki bin beş yüz liraya çıkarıldı. Çıkarıldı çıkarılmasına da haksızlık, hukuksuzluk bitmedi. Bu defa da az pirim yatırıp 12.500 lira alacak olanlarla çok pirim yatırdıkları halde aynı parayı alacakların huzursuzluğu başladı.

Bir de Mahalle Muhtarları meselesi var. Önce sosyal medyaya bakalım:

“Devlete hiç pirim yatırmayan muhtarın maaşı 17.500 TL, 30 yıl pirim yatıranın maaşı ise son zamla birlikte 12.500 TL!..”

Hemen her bilginin dijital ortama aktarıldığı, ikamet ilmühaberlerinin bile bilgisayardan, telefondan alınabildiği bir çağda mahalle muhtarlarına ihtiyaç var mı, yok mu? Orası da ayrı mesele. Tıpkı Milletvekili sayısı gibi Muhtarlık konusunda da bir düzenleme yapılmalıdır.

Adaletsizlik deyince şu ayyuka çıkan birden fazla yerden maaş alanlar, eş dost kayırmacılığı, partili partisiz ayrımcılığı, KPSS’de en yüksek puanları alıp mülakatlarda elenenlerin acıklı durumu, Yönetim Kurulu üyelikleri, o üyelere tıpkı Milletvekillerine tanınan olağanüstü haklar gibi imkanlar tanınması, makam odaları, sekreterleri, korumaları, huzur hakkı diye ödenen keyfi paralar… Say say bitmiyor. Mesela Türk Hava Yolları için açıklanan yönetici maaşlarında taban şimdilik 450 binden başlıyor, iki milyonun biraz altında Bir Milyon Sekiz Yüz Yirmi Bin TL’ye kadar çıkıyor. Olacak iş mi bu?

Ya şuna ne demeli?

İşte ülkemizin önde gelen ekonomistlerinden birinin açıklaması:

“250 bin Dolara ev alan yabancılara vatandaşlık verildi, satmamaları için verilen 5 yıllık süre dolunca en az iki katına sattılar. Dolayısıyla üste para vererek yüz binlerce kişiye vatandaşlık verilmiş oldu!”

Nereden baksak, hangi konuyu ele alsak dökülüyoruz beyler! AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı sonunda çeyrek altın 27 TL iken bugün 4.250 TL civarında.  Bir başka deyişle 22 yıl önce 100 liramıza yaklaşık 4 çeyrek altın alabilirken bugün bırakın bir çeyrek altının çeyreğinin çeyreğinin çeyreğini, bir kilo meyve ya da sebze bile zor alıyoruz. Yazık değil mi, günah değil mi?

Bu duruma gelinmesinin vebali elbette milletimizin üzerine değildir, olamaz. Uygulanan ekonomi politikaları ne getirip götüreceği ölçülüp biçilmeden yapılan yatırımlar, uçak inmeyen ve kalkmayan “Müşteri, Garantili” havaalanları, adam kayırmalar, liyakate önem vermeden yapılan atamalar, su gibi akıtılan israflar, savurganlıklar, “lüküs hayat”, şatafat merakı…

İş işten geçmiş, devlet “Tasarruf Genelgesi” yayınlıyor. Bu genelgenin adı çıktıktan sonra devlet kurumları ve yetkililerinin uçak kiralama giderleri iki, ağırlama giderleri dört kat artıvermiş! 42 yıllık devlet hizmetim sırasında yakinen şahit olmuşumdur ki genelde yıl sonuna doğru bir “Tasarruf Genelgesi” yayınlanır. Genelgenin kokusunu alan yöneticiler önceden ek ödenek alırlar. Bunun dışında ilgili kurumların hemen hepsi de kendilerine ayrılan ödenekten kalan ne varsa harcamak için seferber olurlar ve eldeki harcanmayan paranın gelecek yıla ya da hazineye aktarılmasının önüne geçerler. Biz bunları hep gördük ve yaşadık.

Türkiye’de artık farklı bir sistem var: “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ve “Ben Ekonomistim” diyen bir bir Cumhurbaşkanımız… Yetkiler tamamen onda toplanmış durumda. Zaman zaman kendisi de bunu adeta meydan okurcasına açık seçik ifade etti.

Gelin görün ki tasarruf konusunda kendisinin hiç örnek olmadığını görüyor, duyuyor ve olup bitenden anlıyoruz. Konvoylar, korumalar, “Sarayın günlük masrafı” çok konuşuldu, çok yazıldı. Bizzat kendisinin “İtibardan tasarruf olmaz” dediği de biliniyor. Ancak son Tasarruf Genelgesi yayınlandıktan sonra maç seyretmek için Almanya’ya iki, NATO toplantısı için de Amerika’ya dört ya da beş uçakla gitmesi hoş karşılanmadı. Oysa ekonomik güçleri, kişi başına düşen milli gelirleri bizden kat kat fazla olan ülkelerin sorumluları aynı toplantıya tarifeli uçaklarla ya da bir uçak filosu oluşturmadan gittiler. Daha önceki yazılarımızda başka örnekler de vermiştik. Çünkü onlar hiçbir genelgeye ihtiyaç duymadan tasarruf yapıyorlar. Kültürleri, hayat felsefeleri böyle. Keşke Avrupalılar, Amerikalılar bizi o şaşaalı konvoylara bakarak değil de mütevazılığımıza, ekonomik gücümüze bakarak kıskansalardı.

Cumhurbaşkanı’nın, çıkarılan genelgeye herkesten önce uyup örnek olması en doğru olanıdır. Haliyle sosyal Medya kullanıcıları bu durumu da boş geçmediler. Şu acı espriye bakar mısınız?

“Benzini mazotu boş verin, dünyanın en pahalı Cumhurbaşkanı bizde!”

Anayasamıza göre herkes düşüncesini açıkça ifade etmekte hürdür. Herkesin içini boşaltabildiği Sosyal Medyanın, toplumsal patlamaya meydan vermeme konusunda önemli bir görevi var.

Gerçekten de Avrupa kıskandırılacaksa iktidarda bulunanların sokağın sesine kulak vermesi, “Ben yaptım oldu” anlayışından vazgeçerek her türlü yatırım ve faaliyet için kılı kırk yararak milletin bir kuruşunu bile çöpe atmaması gerekir.

Son söz: Türkiye israfla, lüksle, savurganlıkla, gösterişle değil ancak ve ancak üreterek, marka değerleri oluşturarak kalkınabilir. Devleti yönetenler ve bütün devlet kurumları kendi israflarını önlerlerse Türkiyemizin gücü en az ikiye katlanır.  Bu uygulanırsa bazı vergilerin alınmasına, çeşitli ürünlere sık sık zam yapılmasına gerek kalmaz. Avrupalılar da bizi ancak o zaman kıskanırlar.

Bilmem anlatabildim mi?